Bu dünya adaletin öldürüldüğü, felaketlerin yaşandığı bir yer
Adnan Gerger, ‘Bir Adı Cehennem’ adlı yeni romanında Dersim’in derin sırlarına, insanın gerçeği arayışına ve toplumsal belleğin izlerine dokunuyor.

DEMET ÇALTEPE
Gazeteci, yazar kimliğiyle tanınan Adnan Gerger, edebiyat dünyasında etkileyici anlatımıyla ve kurmacasıyla öne çıkan isimlerden biri. Yıllar içinde gazetecilik alanında kazandığı ödüllerin yanı sıra, edebi eserleriyle ve bu alanda aldığı ödüllerle de adından söz ettiren Gerger, okuyucularını gerçek ile kurgu arasındaki sınırda gezdiriyor.
SRC Kitap’tan yayımlanan ‘Bir Adı Cehennem - Dersim’in Dört Sırrı’, Dersim’in derin sırlarına, insanın gerçeği arayışına ve toplumsal belleğin izlerine dokunan önemli bir yapıt. Roman, yalnızca tarihi bir hesaplaşma değil, aynı zamanda insan ruhunun en bilinmeyen noktalarına inen edebi bir yolculuk. Adnan Gerger ile hem romanını, hem de edebiyat ve gazetecilik yolculuğunu konuştuk.
-Yazarken en çok neden etkilendiniz? Bu hikâyeyi anlatmaya sizi ne itti?
Bir arayış. Sevginin ve merhametin varlığına dair sorular… Üzerlerine yapıştırılan ‘öteki’ etiketleriyle birbirlerine tutunmaya çalışan iki kadının geçmişlerini neden kurcalar ki? Bir çirkinliğin ortasında aradıkları şey gerçekte sevgi miydi, özgürlük müydü yoksa kimlikleri miydi? Yitirmenin gerçek anlamını en saf ve en yalın haliyle yüreklerinde hissedenlerin inatları, bu topraklarda bedel ödemesini mi gerektiriyor? Fransız filozof Alain De Botton, “Zorbalıkla son bulan aşklara, ulusun gerçek çıkarlarını yürekten düşündüklerine dair sarsılmaz inançlarını bu inanca ters düşen herkesi öldürerek haklı çıkan hükümdarlara aşina değil miyiz?” diyor. İşte bu hükümdarların da hâlâ yaşadığını da göstermek istedim. Aslında yanıtın okurların vereceği geçmişe ait ne varsa birikmiş soruların arayışıdır bu roman.
-Kitabınızda çok katmanlı bir anlatım var. Geçmiş ile bugün arasında sıkı bağlar var. Tarih ile edebiyat arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Adaletle yüzleşmediğinizde felaketler de eksik olmuyor. Her ne kadar toplumsal koşullar, tarih ve özne değişiyorsa da bu dünya bu coğrafya, asırlardır her kesim için adaletin öldürüldüğü felaketlerin yaşandığı bir yer… Yüzleşmeyi bırakın herkesin bildiği ama ‘derin bir sır’ gibi kimsenin konuşmaya cesaret edemediği ve her dönem geçmişten bu hesapsızlıktan aldığı cesaretle kendini tekrarlayan felaketlerden söz ediyorum. Gazze’de olduğu gibi devlet eliyle gerçekleştirilen felaketler yani terteleler buna dâhil. Peki, bu acı deneyimleri yarına aktarmanın tek yolu tarih mi? Tarih bellektir, hafızadır, unutmaz amenna! İyi de tarihin tarih olması için bir dile ihtiyaç duyar. Tarih de, kimin anlattığı hangi tarihtir sorusunu sormak en doğal haktır. İyi de bize dayatılan tarihin dili (Amerikalı tarihçi Howard Zinn’in dediği gibi) siyasi iktidarlar, fatihler, diplomatlar ve liderler tarafından yazılan dildir. Bu dil, iktidarların gelecekte de kendilerini haklı görülmesini sağlayacak, düşüncelerini sürdürecek olanlara olanaklar yaratacak olan tarihin dilidir. Güncel üretilmiş hamasi sözlerle bezenmiş ve bozulmuş kavramları kullanan epistemolojik olmaktan yoksun politik tarihin dilidir, aynı zamanda. Unutmayalım ki bize gösterilen tarih kahramanların ve zafer kazanılmış sonuçlarıyla ilgilidir. Burada ne insan vardır, ne ahlaki ne de hukuksal değerler… Çıplak deyişle egemen sınıfın bilincimize yerleştirdiği tarih dediğiniz şey kandan, vahşetten, zulümden örülü koca bir yalan, yok ediş, bunun dili ne ola ki? Bu tarih bize insanı anlatamayacağına göre devreye edebiyatın girmesinden başka geçerli olan şey de yok. Ancak iktidar diliyle ve endüstriyel mantalitesiyle yapılan edebiyat resmi tarihle çok yakın bir ilişki kurar. Oysaki tarihi tarih yapan asıl nitelikli edebiyatın ta kendisidir, saflığıdır, disiplinidir. Yapar ama insanların yaşadığı ve yaşayacağı trajedilerin estetik dili, artık şenlikli olmamak kaydıyla. Aklıma Fransız edebiyat kuramcısı Blanchot geldi. ‘Felaket Yazısı’ adlı kitabında Blanchot da sorduğunuz soruya işaret eder ve felaketin sıradan bir anlatıya dönüştürülmemesini vurgular ve anlatıma dikkat çeker. Çünkü o, edebiyatın, tanrısı bile çekip gitmiş imkȃnsıza bakan varlığın dili olacağını söyler. Edebiyat, felaketzede için ölen tanrıyı konuşturamasa bile bu çaresizlikteki insanın sessiz de olsa sesi olabilir. Benim de ‘Bir Adı Cehennem’de katmanlı anlatımla yapmaya çalıştığım buydu. Bu kitapta yaşanılanlar bir gün sizin de başınıza gelebilir, siz de bunu her an yaşayabilirsiniz, demeye getiriyorum. Dehşeti edilgin özneye de yaşatmak için kullanılması zorunlu olduğu bir dildi. Öylesine zor ve çetrefilli bir metindi ki, burada anlatılan hikâye, ne tarihle ne de edebiyatın iktidar diliyle yazılabilirdi. Minör edebiyatın çatısı altına sığınmadan da bunu gerçekleştirmek mümkün olamazdı. Bu metinde sıra dışı, ezber bozan ve semantik bir tavır sergilenmesinin amacı da içeriğini ortaya çıkarabilmekti zaten. Böylesine girift bir kurmacanın özgünlüğü de ancak katmanlı anlatımın sayesinde kurulabilirdi
-Gazetecilik ile edebiyat arasındaki en büyük benzerlik ve farklılık nedir?
Hayatımı sadece yazarak kazanan ve yazmayı yaşam biçimine dönüştürmüş birisiyim. Bu nedenle yazı ve okuma benim için velinimet, bir kutsal alan. Bu anlamda ömrüm boyunca edebiyata ve gazeteciliğe profesyonelce ve saygılıca yaklaştım. Onlara asla ihanet etmedim. Son nefesime kadar da yazmayı düşünüyorum. Her zaman her yerde söylüyorum. Yazar olmak için gazeteci oldum. Yazar olmanın yolunun gazetecilikten geçtiğini zannediyordum. İyi ki sanmışım. Gazeteciydim ama diğer meslektaşlarımdan farkım, hep sokakta koşturarak yapmamdı. Nerede savaş var, nerede olay var, oradaydım. Böylelikle dünyayı, insanları, toplumun her kesimini daha ayrıntılı öğrendim. İnsanlara birebir dokunmamı sağladı. Hikâyelerini öğrendim. Her insanın ayrı bir dünyasının olduğunu da… Gazetecilik entelektüel birikimimi sağlamada ve bir insanın hikâyesinde nereye odaklanmam gerektiğini sağladı. Dünyada pek çok ülkeyi çok yakından bir gazeteci gözüyle her şeyini tanımamı sağladı. Edebiyat ise gazetecilikten edindiğim bu zengin yaşamsal deneyimimi kitaplarla pekiştirmemi sağladı. Ancak tüm bunlara rağmen gazeteciliğin edebiyata düşman olduğuna inanıyorum. Nedeni şu: Gazetecilik mantığı, dili ve anlatımı edebiyata hiç uygun değil. Hatta onu engelleyen bir şey. Bu olumsuzluğu ancak deliler gibi çok sayıda edebiyat yapıtı okuyarak kırdım. Hâlâ da okuyorum. Şu da bir gerçek ki edebiyat ile gazetecilik arasında müthiş bir kan bağı da var. Bu bağın adı, kurmaca… Edebiyatta kurmacayı yazarın kendisi yapar. Gazetecilik de ise hayat haberi kurgular. Hem de hayat öyle bir kurgular ki, bazen hiçbir edebi metinde bu kurmacayı göremezsiniz. Belki de benim kurguda bu kadar başarılı olmamın sırrı da gazetecilik de
-Romanda bahsettiğiniz Dersim'in dört sırrının edebi ve toplumsal açıdan anlamı ne?
Bu dört sırrın anlamı; aşkı ve sevgiyi yaşatmak için ne gibi bedellerin ödendiğidir, insanı insan yapan özgürlüğe nasıl sahip çıkıldığıdır, insani ilişkilerde güzelliğin nasıl yaratıldığıdır, kimliğini korumak için nasıl ayak diretildiğidir. Her ne kadar Dersim dört dağ içindedir, derlerse de Dersim sırları yükleyen sırları taşıyan suların da ülkesidir. Sırrı kutsaldır ve her bir dağ, her su ayrı bir sırra ulaşmaya çalışır. Bu sırları taşıyan sadece jeolojik yapı da değil. Sosyolojik, demografik, etnografik yapılar da bu sırların birer parçası. Merkezi yönetimlerle sayısız kez karşı karşıya gelen Dersim başını eğmeyen mitlerin, mesellerin, hikâyelerin, türkülerin, folklorun, kelimelerin, doğa ve insan sevgisinin ana yurdu, olarak da bilinir. Dersim’de Alevilerin ahlak felsefesi ‘Dört Kapı Kırk Makam’ ile ifade edilir. Her can, ruhunu ve benliğinin arınmasını bu dört içindeki kırk makamdan geçerek sağlar.
-Kitabınızda hem bireysel acılar hem de toplumsal travmalar etkili hissediliyor. Yazar olarak bu duyguları kaleme alırken nasıl bir süreçten geçiyorsunuz?
Zor yazan bir yazarım. Zor yazan derken şunu kastettim: Bir yerlerden çağrışım yapan yahut da tanıklık edip de beni etkisi altına alan herhangi bir şeyi yazmayı tasarladığımda hemen o olayla ilgili bazen akademik düzeyde bazen belgesel mantığıyla araştırmaya başlarım. Onunla ilgili edebi kaynakları -ki bu genelde romandır- bulur eleştiri düzeyde okurum. Yazdıklarımın alt yapısında genelde yaşanmışlıklar varsa onları araştırırım. Yazacağım hikâyeye uygun mekânlara, kentlere giderim. O sokaklara, o insanlara dokunurum, insanları dinlerim. Örnek vermek gerekirse, ‘Tavhane Çocukları’ adlı romanımda hem yurt içinde hem yurt dışında savaştan, çatışmadan büyük kentlere göç eden çocukları yazdım. Yıllar önce göçmen ve mülteci çocuklarla gazetecilik anlamında bir televizyon için belgesel çekme projemiz vardı. Epey hazırlık yaptım, Ankara’da, İstanbul’da göçmen çocuklarla, ailelerle konuştum. Yaşadıkları evlere gittim. Ankara’da defalarca Mamak’ta şimdi kentsel dönüşüm alanına dönüştürülen Dostlar Mahallesi ve çevredeki mahallelere gittim. Proje yarıda kaldı ama bir birikimim oldu. ‘Bir Adı Cehennem’ için de aynı çalışmayı yaptım, ‘Yüzsüz Hayat’ için de. ‘Bir Adı Cehennem’i yazmadan önce Dersim’e gittim. Etnograf, Dersim Tarihi uzmanı, yazar ve büyük bir özel halka açık kütüphanesi olan Mesut Özcan’ın arşivinden faydalandım. Özcan bana ayrıca daha önce terteleyi yaşamış olanların anlatılarını verdi. Bu anlatıların çoğu daha gün ışığına çıkmamıştı. Geçmişteki olayları yaşayanlarla konuştum. Ama tüm bu materyalleri yazacağım romanda imgelemimi zenginleştirmek için belleğime kazırım. Romanımı yazmaya başladığımda o belgelere, materyallerin hiçbirine bakmam, unuturum. Gerisi benim kurmacam ve yaratıcılığım. Yaşadığım her neyse o kadar çok içselleştiririm ki, yazdığım hikâyedeki kahramanların ruhsal durumuna ben de girerim, bazen hüngür hüngür ağlarım, bazen gülerim, bazen kızgın olurum. Bu bir cinnet hali değildir ama ona benzer bir haldir. Sabahlara kadar yazmanın getirdiği yorgunluk, hâletiruhiyemin yanında hiç kalır.
-Romanda anlatılan karakterler çok derin ve gerçekçi. Onları yaratırken yaşanmış olaylardan mı ilham aldınız?
‘Bir Adı Cehennem’, tertelede sağ kurtulan bir ablanın, bir subay tarafından evlatlık alınan kundaktaki kız kardeşini arayış öyküsü. ‘Bir Adı Cehennem’de tertelede yaşananlar tüm çıplaklığıyla, gerçek belgeler ve canlı tanıkların ifadelerinden elde ettiğim kazanım ve bilinçle kurgulandı. Büyük haksızlığa uğrayan ve acılar çeken insanların romanı. Karakterlerin çok derin ve gerçekçi olmasının bir diğer nedeni de romanı kurgulamadan önce anlattığım hikâyeye ait çok iyi donanımlara sahip olmam ve o coğrafyayı çok iyi bilmemden kaynaklanıyor.
-Kitapta güçlü kadın karakterler görüyoruz. Leyla’nın hikâyesi özellikle dikkat çekici. Kadınların anlatılarını edebiyatınıza nasıl dâhil ediyorsunuz?
‘Tavhane Çocukları’ hariç bütün yapıtlarımda güçlü kadın karakterler var. Diyeceksiniz ki bir erkek olarak kadın karakterleri anlatmak size mi düştü? Bu soru sık sık karşıma çıkıyor. Bu kadın karakterler, doğduğum andan itibaren çevremde olan kadınlar. Birebir tanıdığım kadınlar. İkincisi kadın karakterler hangi hikâyeyi anlatırsanız anlatın kaldırabiliyor. Her şeyden önce eril dilden kurtuluyorsunuz. İkincisi kadın karakterler daha cesur, daha atılgan, daha acımasız, daha merhametli ve daha kararlı. Onların yaptığını benim diyen erkeğin yapamadığının farkına vardığım ilk romanımdan itibaren onlara sığınıyorum.
-Hem gazetecilikte hem de edebiyatta yol almak isteyen genç kalemlere ne önerirsiniz?
Bu söyleşiyi yanıtlamak için günlerce çalışıyorum. Yanıtlarımda başkalarının yaptığı gibi ahkâm da kesmedim ama sorulara vereceğim karşılığın bir edebi metinle eşdeğer olmalarını arzuladım. Bu yanıtları verirken bile çok kuramsal kitap okudum, araştırdım. İstediğiniz kadar teknolojik çağda, hız çağında olun, okumanın yerini hiçbir şey tutamayacak. Bırakın edebiyatta yol almayı, okumadan hayat kurulmaz. Yapacakları tek şey bol bol kitap okumak. Ayrıca etkinliklere katılsınlar, yazarlar, şairlerle tanışsınlar ve o etkinliklere hazırlıklı gitsinler.