Bu dünyada ben de vardım

SİNEM SAL-@sinemsal

Neden hatırladığımı bilmiyorum. Sadece hatırlıyorum. Gösterişsiz zamanlardan sorumluydum. Daha doğrusu fırtına sonrası sessizlikten, kıyamet sonrası sükunetten, tufan sonrası sade serinlikten falan. Haziran başıydı ve gökyüzünde havaifişek benzeri şeyler uçuyordu. Ama asla havaifişek değildi. Düğünlerde olduğu gibi tanıdık tanımadık herkes birbirinin koluna giriyordu. Ama asla bir düğün değildi. On saniye geçmişti. Her şey durmuştu. Gösterişsiz zaman makinesi yine işliyordu. Fırıl fırıl dönüyordu. Böyle anlarda hakikat, kaynağından taşıyordu.

İçimden gelen tek şey kusmaktı. Fakat omuzlarım, hatta dizlerim bile insana değiyordu. Yabancı yere gitmesin diye, hemen sağ tarafımda olduğunu tahmin ettiğim arkadaşlarıma doğru döndüm. Astımın sıkıştırdığı ciğerlerimden son bir çığlık çıktı, kuş gibi… öyle hafif yani. Pişuuuuuv diyen uçan yabancı cisimlere alışmıştım. Brecht’in “Tankınız ne güçlü generalim, siler süpürür bir ormanı” dizesinde geçen tankı şehre getirmişlerdi. Birkaç saat içinde ona bile şaşırmayı bırakmıştım. Fakat kafamı sağa doğru çevirdiğimde tanımlanamayan cisimle karşı karşıyaydım. Kahverengi dikdörtgen bir levhadan oluşan suratının tam ortasında şerit şeklindeki mavi gözler bana bakıyordu.

Yüzünden kaynakçı gözlüğünü indirip benim yüzüme baktı. Kısacık bir an. Suratımı şişmiş ve büzüşmüş gibi hissediyorum. İkisi aynı anda. Aslında o günlerde kendimi hem öfkeyle ve de sırrına nail olduğum bir sevgiyle şişmiş hem de başıma gelebilecek her şeyden az da olsa korkarak büzüşmüş hissediyordum. Köşeye kıstırılmış gibiydim ama sağım, solum, arkam, önüm kapalıyken tepemde bir açıklık olduğundan sanki ne diye bağırsam bütün dünya duyacakmış gibiydi. Neyse… Ne diyorduk suratım şişmiş ve büzüşmüş gibiydi. “Gel buradan…” dedi. Arkadaşlarımı kaybetmiştim. Yüzümde yüzümü koruyacak hiçbir şeyim yoktu. Sağ bileğimden beni çekiştirerek bir sokağa doğru götürdü. Sağ elimde, birkaç dakika sonra adını öğrenecektim, Yusuf Abi’nin eli, sol elimdeyse yüzümü korumak için tuttuğum kahverengi kaynakçı maskesi vardı. Sokak boyunca koşup diğer kusan ve koşuşan hatta uçuşan insanlara çarparak sakin bir noktada duran bir pilavcı dükkâna girdik. Yusuf Abi, pilavcı dükkânını kendisi açtı. İçeriye insan ve pilav tencerelerinin dumanından bin farkı olan gazlar giriyordu. Sanki biri bizi tencerenin dibine atmıştı. Dibimiz tutmuştu. Pirinç pilavında şehriye gibiydik. Yani bilirsiniz, şehriyelerin kavrulduğu kendi renklerinden dolayı zor anlaşılır.

Kapıyı kapattı Yusuf Abi. İçeride oturduk. İki katlı küçük bir dükkan. Tezgahın önüne geçip bana servis edeceği limonları ortadan kesmeye başladı.

“Bu kaynak maskesi değil mi?” dedim elimdekini masaya bırakırken.

“Ha, öyle… kaynakçı maskesi yani. Babamın.”

“Daha mı iyi koruyormuş?”

“Koruyor tabii ya… Benim babam kalkan işliyordu. Balat’ta dükkânı vardı. Onun da babalarından kalma meslek ama tabii zamanla sadece filmcilere falan kiralamaya başlamış.”

“Ben de Balat’ta oturdum üç sene…” dedim aramızda bir yakınlık olmasını umarak. Hikâyesini anlatmaya kararlı olan insanı hiçbir şey yolundan geri çeviremez. Bazı insanlar, bazı hikâyeleri anlatsın diye onları yaşamışlardır. Yusuf Abi de onlardan biriydi. Kurduğum ortaklığı duymamış gibi hikâyesini anlatmaya devam etti.

“Sonra babam öldü. Bir gün bir patlama olmuş dükkânda. Bir polisin kelepçesi kırılmış. Bizim mahalleye gelirlerdi. Para da vermezlerdi. Onu yapıyormuş, patlama olduğunda. Ben okuldan çıkmıştım; dükkâna doğru gidiyordum. Sokakların arasından itfaiye araçları ilerliyordu. Biz de siren sesleriyle çığlık atıyorduk işte… çocukluk. Bakkala veresiye taktım dükkâna giderken; babam öder dedim. Oyalandık, yürüdük derken, dükkanın önüne geldim. Babamın ölüsünü çıkardılar. Hemen arkasından da kaynak maskesini tutuşturdular annemin eline. Annem, babamın suratının öldüğünde nur gibi olduğunu söylerdi hep. Maskeyi de bu yüzden evin baş köşesinde tuttuk yıllarca. Sonra da ben baba mesleğini yapmadım. Pilavcı oldum işte… ama dükkân kapımın üstüne ilk kazandığım parayı değil de bu kaynak maskesini astım.”

Sinemadaki nefes sahnelerini bilirsiniz. İzleyici, nefes alsın diye sakin bir manzara görüntüsü girer araya ya da iki karakter de masaya bakar… İzleyici, nefes alsın istenir çünkü birazdan nefessiz kalacaktır. Hayat bu konuda sinema sektöründen daha tecrübelidir. Her nefes sahnesinden sonra sizi soluksuz bırakacak bir olayı devreye sokar. Hiç düşünmez.

Beyaz tişörtlü genç bir çocuk büyük bir gürültüyle dükkan camını yere indirdi. Metal tezgahın üstündeki, normalde tencerelerin konduğu büyük boşluklara, düştü. Ne olduğunu bile anlayamadan, dört polis çocuğun üstüne atlayıp ona vurmaya başladı. Çocuğun söylediği sözler polise ulaşmıyordu. Uzaydan dünyamıza ya da dünyamızdan uzaya gitmeye çalışan kesik sinyaller gibiydi:

“Bu.. biz…ka…za...caz…”

İletişim, kesinlikle iki tarafında “ben değişmeye hazırım” dediği anda başlıyordu. Çocuğun sırtı, metal tezgahın üstündeki kırık camlardan nasibini almıştı. Çok zayıftı. Üstündeki beyaz tişört artık beyaz tişört değildi. Yakasını tutarak üstüne çıkan polisle burun burunaydı. Belki sadece birkaç saniye… dünya için çok kısa yani. Ama kâinat için değil. Boynundaki şişmiş damarlardan sadece küfür çıkabilirdi. Ama öyle olmadı.

“Beni dinle…” dedi çocuk, “ben de seni dinleyeceğim.”

Sanki hücrelerindeki tüm gücü bu cümleyi kurabilmek için söylemişti. Polis, son yumruğunu çocuğun suratına indirdi. Tezgahtan çekip alarak sürüklemeye başladılar. Kimse, beyaz tişörtlü çocuğu dinlemedi. Kimse, beyaz tişörtlü çocuğa bir şey anlatmadı. Sadece sürüklediler.

Yusuf Abi, tezgahın hemen yanında duran, mevsimsiz portakalları kucağına aldı. Kırılmış vitrinin arkasındaki pilav tezgahının üstüne çıkıp İstiklal’e doğru inen sokağın sonuna kadar polislere portakal fırlattı. Bildiğin portakal.

“Omuzlarınızı gösterip bedavaya pilav yediğiniz esnafın camları bunlar…” diye bağırdı. Cephanesi zengin değildi. Portakallar çabuk tükendi. Sokağa giren “yabancı cisim”den duman yükseliyordu. Portakallar, polisler beyaz tişörtlü çocuğu sürüklerken, dükkana doğru yuvarlanarak geri dönüyordu.

Kaynakçı maskesini kaptı Yusuf Abi. Çığrından çıkan herkes çığır açmakla ünlüdür. Bir elinde kalan tek portakalla, diğer elinde de kaynakçı maskesiyle, yokuş yukarı koşarken, İspanya’da bir duvarda yazan yazıyı hatırlatıyordu bana:

“Umutsuzluğu daha iyi günlere sakla!”
Etrafta koşuşan bütün insanların sabrı tükenmişti. “Bu dünyada ben de vardım” diyenlerin çağı nihayet başlamıştı.