Geçen Pazar sabahı (9 Haziran 2019) İbrahim Balaban’ın büyük oğlu Hasan Nazım’ı adı telefonumun ekranında göründüğünde yüksek sesle “Eyvah” dedim: Balaban’a bir şey oldu. Sonra telefonu açtım. Hasan Nazım “Adaş” dedi. Sesi çatallaştı. Sonunda varılacak yere geldiğimizi söyledi: Baba gitti!.. İbrahim Balaban yoğun bakımdaydı. 15 gün önce kalça kemiği düşme sonucu kırılmıştı. İlk kez bu […]

Geçen Pazar sabahı (9 Haziran 2019) İbrahim Balaban’ın büyük oğlu Hasan Nazım’ı adı telefonumun ekranında göründüğünde yüksek sesle “Eyvah” dedim:

Balaban’a bir şey oldu.

Sonra telefonu açtım. Hasan Nazım “Adaş” dedi. Sesi çatallaştı. Sonunda varılacak yere geldiğimizi söyledi:

Baba gitti!..

İbrahim Balaban yoğun bakımdaydı. 15 gün önce kalça kemiği düşme sonucu kırılmıştı. İlk kez bu kadar uzun ve ağır hasta olmuştu. Kimseye “yük” olmadan çekti gitti. Arkasında onurlu bir yaşam, görkemli bir resim koleksiyonu ve yazdığı kitapları bıraktı.

İbrahim Balaban 1921’de Bursa Seçköy’de dünyaya gelmişti. 98 yıllık ömrünü tamamladıktan sonra 11 Haziran 2019 Salı günü (dün) doğum yerine döndü.

Eski yıllarda Türkiye’nin hapishaneleri “Akademi” gibiydi. Ünlü cezaevleri ünlü sanatçılarla birlikte anılıyordu. Bursa Cezaevi Nâzım Hikmet, Kemal Tahir, Orhan Kemal ile birlikte anılıyordu. Sonra ayırdılar. Nazım kaldı, Kemaller Adana’ya gittiler. Sinop Sabahattin Ali ile bilinir ama başka ünlülerin de mekânıydı. Refik Halit Karay, Mustafa Suphi, Refii Cevat, Hüseyin Hilmi, Osman Cemal Kaygılı da bu ünlü kalede yatanlar arasındadırlar.

İbrahim Balaban da 16 yaşında Bursa Cezaevine düşer. Nâzım Hikmet onunla tanışmasını Kemal Tahir’e yazdığı mektupta kendine has coşkusuyla şöyle anlatıyor:

“Ben burada bir ressam Yunus Emre keşfettim. Köylü, orta köylü, on sene cezası var. Şaheser portreler yapıyor.”

Balaban’ın bir sanatçı olarak cezaevinden mezun olmasının temeli burada başlıyor.

Balaban’ı Bursa cezaevinden İmralı’ya yollamak isteyince Nâzım, “Git orada daha rahat yaparsın” diyor. Balaban adada yaptığı kendi portresini ustasına yolluyor. Nâzım da eşi Piraye’ye verip eve yolluyor. Piraye Hanım Nâzım Hikmet’e ait her şeyi sakladığı gibi onu da saklıyor. O resmi Balaban tam 65 yıl sonra bizim İZTV’de çektiğimiz Nâzım Hikmet belgeseli sırasında görecekti.

Benim Balaban ile tanışıklığım 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında oldu. O herkesin dostu olabilecek geniş bir yüreğe sahipti.

Çat kapı evine gidecek mesafesizliği hep gazeteci-sanatçı ilişkisi çerçevesinde kullanmayı tercih ettik. Çünkü birileri eve geldiğinde resim yapmayı bırakmak zorunda kalıyordu. Balaban daima gün ışığında resim yapardı. Işık gitti mi o da fırçalarını bırakırdı.

Ama sergi açılışlarında bol bol sohbet etme imkanı yaratıyordu. Balaban anlatmayı severdi. Çok güçlü hafızası vardı. Onun kitabında unutmak yoktu. Hele Nâzım Hikmet’li anıları hiç şaşırmadan araya şiirlerini de katarak anlatırdı.

Onun kendine özgü çizgileri imzasız tanınır bilinir olalı 70 yıl geride kalmıştır. Balaban ve Nâzım hapishane dışında da birliktedirler. Celal Esat Arseven Balaban’ın resimlerine bakar sonra “Ne desem bilmem ki” der:

Kübizm değil, empresyonizm değil, sürrealizm değil, fütürizm değil… Bu ressamın tarzında ne diyeceğim?

Nâzım Hikmet hemen devreye girer:

Esat Hoca illaki bir kulp takmak istiyorsan bu resim tarzına da Balabanizm dersin.

İbrahim Balaban hiç okuluna gitmeden ekol yaratan bir ressam oldu. Onun en iyi öğrencisi hem öz babası Hasan’ın hem de “Şair Baba”sı Nâzım’ın adını taşıyan Hasan Nazım Balaban olarak öne çıkıyor.

Nâzım Hikmet için yazılan en güzel kitaplardan biri de Vâlâ Nurettin’in “Bu Dünyadan Nâzım Geçti” adlı eseridir.

Şimdi sıra Seçköy’lü İbrahim’indir:

Bu dünyadan Balaban geçti!