"Bir şey söyleyeyim mi size? Çok önemli şeyleri paylaştığın insanların gidişi, arkada yapıtlar bıraksa da çözülecek ya da telafi olacak bir şey değil. O yüzden sevdiğiniz insanlara sıkı sıkı yapışmayı bilin."

“Bu dünyayı tatsız hâle getirenlerden uzak durmalı’’

Ulaş Bager Aldemir & Berfin Kaya

Sinemadan belgesele, yazarlıktan müziğe kültür-sanat alanının neredeyse her alanında üreten Mehmet Güreli ile kültür, sanat dünyası ve İstanbul üzerine söyleştik. Eski İstanbul’u ve onun kültür dünyasını anlatırken “insanlar o günlerde sokaklarda dolaşıyorlar, akşam sinemaya gidiyorlar. Devamlı birbirlerini okuyorlar, birbirlerinin şiirlerini değerlendiriyorlar, birbirlerine yeni yazarlar tanıtıyorlar. Böyle ayakta durmuşlar” diyor.

Ulaş Bager Aldemir: Sanatla birçok yönden ilgili bir insansınız. Gelgelelim sanatların biraradalığı bana hep Alman Romantikleri’nin yaklaşımlarını hatırlatmıştır. Her ne kadar müziği en seçkin sanat olarak görseler de sanatlar arasında bir tedahül öneriyorlardı. Siz bu biraradalığın avantajları hakkında neler söylemek istersiniz? Öte yandan sizin için hangi sanat dalı daha başat bir anlama sahip?

Mehmet Güreli: Şimdi bunun söylendiği zamanlarda bazı sanatlar henüz gelişme göstermemişti, daha icat edilmemişti, belki sinemayı kast ediyorum. Ben aslında sinemadan yola çıktım, biraz müzikle başladım ve evin içinde resimle çok haşır neşirken çok erken yaşta bir sinema tutkusu bende oluştu. Hepsi birleşti sonra. Yani sinema deyince, sinemanın içinde ne olabilir? İşte müzik olur, edebiyat olur, felsefe olur; her şey olabilir. Bu beni aslında belirli yönlere itti. Fakat müzik ve resim de insanın içine, kanına girdi mi öyle kolay kolay vazgeçilecek şeyler olmadığı için onlar da birlikte sürüklendi. Sonra, hikâye yazmaya başladım. Hâlâ da sürdürüyorum hepsini. Yani şu yönde gideyim demedim aslında ama hangisini yapabiliyorsam onu yapmaya çalıştım. Çünkü bazı şeyler başka şeylere de bağlı. Mesela sinema deyince başka bir sermaye, bir prodüksiyon söz konusu; resim dediğin zaman bir kâğıt, bir tuval, bir boya söz konusu, hepsi de malzemelerle ilgili. İnsanı yönlendiren bir şey de o. Bu yönde ben işte yapabileceğimi yapmaya çalıştım. Hâlen de devam ediyorum.

Berfin Kaya: Ben Dört Köşeli Üçgen’le ilgili bir soru sormak istiyorum size. Zaten kitap sizin çocukluğunuzdan itibaren hayatınızda olmuş. Ardından filmini de yapmışsınız. Gözlemleyen ve gözlemlenen arasındaki ilişkinin modern insana dair neler söyledikleri hakkında konuşulmuş daha önceki röportajlarınızda. Ama ben başka bir soru sormak istiyorum. Filmi vizyona girdiğinde izlediğimde de aynı soruyu düşünmüştüm: Bu film Mehmet Güreli’ye dair ne taşıyor?

Mehmet Güreli: Bir sürü şey taşıyor tabii… Bu da böyle “hah şunu taşıyor, A şıkkı,” deyip bitecek bir şey değil. Bir geçmişi var bir kere. Salâh Birsel ile olan yakınlık önemli ama yani buraya bağlayıp da bütün hikâyeyi buradan açmamak gerekiyor. Felsefi bir tarafı vardır o romanın. Benim çok eskiden okuduğum bir romandı tabii, hatta yazılışında bile Salâh’ın yanında bulunduğum ama ne yazdığını bilmediğim yani o kadar geçmişe götüren bir şey beni fakat şunu söylemem lazım kısaca: O roman, Türkiye’de o sırada yazılmış en felsefi romandı, hatta Hulki Aktunç bir düşünce romanı diye değerlendirmişti bu romanı daha sonraki yıllarda. Orada da aslında bir yalnız insan, Dostoyevski’nin yeraltı insanı var, anlatabiliyor muyum? Yani dünyadan kopuk gibi görünen ama aslında her şeyi gözleyen, tam konuşamayan, özgürlükler arasında dolaşan, özgürlükleri deşmeye çalışan ve aynı zamanda da kendi kontrolünü de kaybettiğini fark etmeyen bir insan yaratmış aslında Salâh. Dünyada her yere gidebileceğini, her şeyi anlayacağını zanneden, biraz da bu yüzden aklını yitirmiş gibi görünen, aklının sınırlarını iyi bilmeyen ama bir sürü şeyi göze alabilecek kadar da cesur biri. Ama bu cesurluğu tamamen, yani tam manasıyla izah edilecek bir cesurluk da değil. Yaşamaya çalışıyor işte, iş yerlerindeki uyumsuzluğu, patavatsızlığı, dengesizliği falan bunlarla birleşen bir gözlemci aslında. Benim ilgimi çeken buydu. Yani burada bir tek yere bağlayamayacağım bir şeydi. Filmi de öyle bir hâle getirmeye çalıştım ben. Yani bir şey ekledim mi, eklemedim mi bunun değerlendirmesini ben yapamam. Gözlem meselesine gelirsek… Gözlemci, bu da çok soyut bir meslek. Ama hepimiz bir şeyleri gözlüyoruz, ediyoruz. Bunlarla oluşuyoruz aslında. Yani o kadar da soyut diye görmüyorum ben açıkçası. Bundan ne çıkarıyorsun, kimliğin için bir ne yapıyorsun ve gözlemlerini hangi alana akıtıyorsun? Belki de esas mesele, üzerinde durulacak mesele bu. Ya da gözlemlerinden ne çıkarıyorsun? Neyi, nasıl anlıyorsun? Ya da gözlemlerin yeterli mi, tam görebiliyor musun? Mesela Goethe’nin bir sözünü söyleyebiliriz. Diyor ki Goethe; “Gözlerin açık diye gördüğünü sanıyorsun.” Benim düşüncelerim de bu. Buralarda dolaştım filmle ilgili…

Berfin Kaya: Dört Köşeli Üçgen’deki karakterle, bir sanatçı olarak kurduğunuz bir yakınlık var mıydı?

Mehmet Güreli: Yani onu tam söyleyemiyorum. Bana biraz bu çağın kaybolmuş adamı gibi geliyor, bir yerde öyle bir şey yazdım galiba, çağın kaybolmuş adamını yansıtıyor. Aslında kültürel olarak yeterli değil o adam. Yeraltı insanına daha yakın gibi. Dostoyevski’nin Yeraltı Dünyası’na hayran biri olarak konuşuyorum. Salâh da tabii felsefeci olduğu için bütün bunları bilir yani Voltaire’i, Dostoyevski’yi okumadan bunları yazmadı. Ama bunun ilkliği şurada: Gözlem yapmayı bir mesleğe dönüştürüyor o karakter şahsında. Ama mesela tiyatrodaki durumu benim ilave ettiğim bir şeydi. Orpheus ve Eurydike’ye dönüştürmüştüm. Romanda daha başka bir piyes oynanıyordu. Onu daha böyle geçmişe götürdüm. Daha felsefi bir yere bağlamak istedim. Oradaki anlatım da öyle. Yapılması gerektiği şeyi yapmak istemese de yapıyor ve Eurydike’yi kaybediyor Orpheus mesela. Ona diyorlar ki “Böyle yapma.” “Çok sevdiğini kaybedersin”, diyorlar. Ama o dönüp bakıyor. Bu, felsefede de çok üzerinde durulmuş bir şeydir. Yani, Orpheus’un dayanamayışı. Yani bile bile aslında ölümü, daha doğrusu Eurydike’nin, sevdiği insanın ölümünü göze alabilecek kadar birdenbire başka bir hâle dönüşmesini anlatıyor. Mitolojideki böyle bazı unsurlar, bazı ögeler o kadar önemli ki bir sözle, bir cümleyle, bir sayfayla, bir kitapla bitmeyecek kadar zenginlikler yaratıyor. Orpheus da öyle bir şeydi mesela, ben onu o yüzden seçtim. Yani bilmiyorum, tam anlatması kolay değil. Çünkü tam böyle catch olabilecek, ele geçebilecek, avcunun içine alabileceğin, “Hah budur,” diyebileceğin, kestirme bir yoldan, çok rahat yuva kurabileceğin bir insan değil aslında. Elinin altından kayıyor söylediği şey, yaptığı şey, tutunamayışı. Bütün bu kelimeleri aslında, ona mal edebiliriz. Ama hiçbiri de değildir. Belki hepsinin toplamıdır…

Ulaş Bager Aldemir: Mehmet Hocam, size İstanbul’u ve Salâh Birsel’i sormak istiyorum. Salâh Bey İstanbul’u nasıl yaşardı? Öte yandan siz, şehrin dünden bugüne maruz kaldığı dönüşümlere dair neler söylemek istersiniz?

Mehmet Güreli: Salâh Birsel 1940’ta İzmir’den geliyor İstanbul’a. Üniversiteye giriyor ve 1960’a kadar da İstanbul’da yaşıyor. 1960’ta Ankara’ya gidiyor, 17 yıl orada yaşıyor, sonra yine İstanbul’a dönüyor. İstanbul aslında onun için çok önemliydi. Şuradan biliyorum; Ankara’da yazmaya başladı Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu’nu. O zamanlar iletişim çok kolay değildi, telefonumuz yoktu. Bana mektup yazıyordu. İşte, “Benim şu gördüğüm, anlattığım yerdeki, şu sokaktaki şu binanın yerinde şimdi ne var?” diyordu ya da “Şu kafenin yerine ne oldu?” diye soruyordu. Ben İstanbul’u dolaşıp notlar aldıktan sonra ona mektup yazıyordum. Yani bu, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu ve Kahveler Kitabı sırasındaki çalışmalarımız bizim. Ben ona asistanlık yapıyordum. İstanbul’a geliyordu, gidiyordu tabii. İstanbul’a gelince görüşüyorduk. Ben o zaman tabii 13-14 yaşlarındayım ama biraz meraklı bir çocuktum, galiba böyle ahbaplık da kurabildiği bir arkadaş olarak görüyordu beni Salâh herhalde. Bana “Hadi gel de Emirgan’da bir çay içelim, özledim seni,” diyordu. Benim aklımda en çok kalan Emirgan’ı özlemesi, Beyoğlu’nda dolaşmasıdır. O günleri çok sevdiğini düşünüyorum. Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu’nun satır aralarında ve bütün denemelerinde de Beyoğlu’nun o zamanki şaşalı dönemi, tiyatroları, sinemaları, kafeleri, Beyaz Ruslar’ın tamamen hâkim olduğu dönemdeki kafelerin bütün o ihtişamını görmek mümkündü. “İstanbul âşığı,” demek lazım Salâh’a. Bugün tabii o söylediği, anlattığı yerler, benim o gün işte “Burada şu var, burada bu var,” dediğim şeyler bugün yok artık. Yani o kadar söylenenler, yazılanlar uçtu gitti. İyi ki yazılmış. Bu bana Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’ni hatırlatır. Çünkü orada da bazı maddeler, şimdi ararsan yok, yıkılmış, isimler konmuş, kaybolmuş. Yani şimdi İstanbul’un böyle acıklı bir tarafı var. İstanbul o kadar kadim bir kent ki, o kadar zengin bir yer ki ne koparırsan, ne yıkarsan yine de ondan bir lezzet, bir estetik, bir ihtişam kalabiliyor, kaldı daha doğrusu. Bunu da boğazla birleştirip işte böyle yutkunarak bakıyoruz. Yani böyle çok acıklı bir tablo da çizmek istemem ama İstanbul eski İstanbul değil. Başka bir kent olmuş gibi ama İstanbul’u bozamıyorlar. İstanbul’un böyle bir gücü de var aslında, dayanma gücü var. Bozamıyorlar yani, küçük bir çeşme görüyorsun yine diyorsun “Burası İstanbul.” Bir yere gidiyorsun, bir bahçe görüyorsun “Burası İstanbul,” diyorsun. Beyoğlu’na çıkıyorsun bir bina görüyorsun “İşte bu bina,” diyorsun “Beyoğlu.” Bunun gibi şeyler.

Berfin Kaya: Neler hissediyorsunuz o günleri hatırlayınca?

Mehmet Güreli: Ben çok acıklı bir dünyanın müziğe dönüşmüş hâlini plak yapıyorum. Resimlerim de öyle, hüzünlü... Ben zaten bütün dünyanın ortaya atılan insanlarının aslında devamı olmaya çalışıyorum. Beni ayakta tutanlar Sokratesler, Goetheler. Anlatabiliyor muyum? Sait Faikler, o hikâyeler, oralarda dolaştım ben hep yani. Bizim evimize Sait Faik, Nermin Uygur, Behçet Necatigil gelirlerdi. Ben küçüktüm bunları pek hatırlamıyorum, ağabeyim söylerdi. Bizim Cihangir’de bir evimiz vardı, işte Salâhla oturduğumuz 10, 11 yıl… O dönem onlarla her gece sinemaya giderlerdi. Daha sonra o sinema yazılarını ben topladım Salâh’ın ve yayınladım. Sinema tutkusu vardı. Film yapmak da istiyordu. Salâh bir film yapsaydı, nasıl bir film yapardı? Düşünmüşümdür ben. Çünkü o konuyu da konuştum ben onunla. Yani hayatta insan her şeyi yapamayabiliyor da, böyle içinde bir sürü şeyler de kalıyor, tortular kalıyor. Onu da kim anlatır ki, ben Salâh’ı nasıl anlatabilirim ki, Salâh çok zengin nir adamdı. Yani anlatması çok zor, onunla ilgili bir belgesel yapsam ki yapmayı düşündüm hep, her zaman düşünüyorum, hâlâ da düşünüyorum. Belgesel de değil, belki bir kitap hazırlamak yani uzun bir şeyler anlatabilmek. Onun bir gününü bile anlatmak sayfalar sürer. O yüzden yani böyle bir evde büyümüş olmanın her zaman ne kadar çok şey kattığını her röportajda, her yazıda tekrarlamışımdır. Ama bu cümle çok hafif kalıyor, anlatabiliyor muyum? Anlatamıyor bu cümle. “Bana çok şey kattı.” Ee ne kattı yani? Bir şey anlaşılmıyor. Onu yaşamak ve gözlemlemek lazım, yani oradan biri böyle bakmalı olaya: “Ne katıyor? Mehmet o sırada ne alıyor orada?” “Yani ne almış, mesela o Fransızca dergilerden sinemayı nasıl öğrenmiş o?” “Nasıl öğrenilir daha doğrusu?” Dili bilmeden sinemayı öğrenmek değil de sinemayla bir ilişki kurmak aslında… Bunları düşündüğün zaman da 9-10 yaşındasın…

Gelgelelim insanlar o günlerde sokaklarda dolaşıyorlar, akşam sinemaya gidiyorlar. Devamlı birbirlerini okuyorlar, birbirlerinin şiirlerini değerlendiriyorlar, birbirlerine yeni yazarlar tanıtıyorlar. Böyle ayakta durmuşlar. Şimdi aslında kaybolan şey bu. Mesela şiir matineleri diye bir şey vardı, konser salonu gibiymiş o zamanlar o mekânlar. Kapı, pencere kırılıyormuş yani. Mesela Özdemir Asaf, Salâh Birsel çıkıyor şiirlerini okuyorlar, bir sürü başka şairler de var. Atilla İlhanlar, daha başka insanlar. Eskiden Kafe Bulvar vardı, Taksim’de bir kafe. Her sabah Atilla İlhan oradaydı, giderdim ben oraya, onunla sohbet ederdim. Devamlı konuşurdu. Bir konu, bir Orson Welles anlat, 3 saat sana Orson Welles anlatsın. Ben de öyle bir adam olduğum için ona böyle yüzlerce soru sorardım ve konuşurduk. Oraya yazmaya giderdi o. Mesela ben onun yazmasını kesmezdim. Benle de besleniyordu, kendine göre. Kendi anlattığı şeyleri sonra yazıya dönüştürebiliyordu. Bu insanlar biraz da düşünerek, konuşarak da yeni şeyler açarlar kafalarında, yeni pencereler açarlar. Hani Goethe’nin de söylediği gibi… Eckermann’la konuşurken söylediği şeylerin çoğu yenidir. Daha önce düşünülmemiş gibi görünen şeylerdir. Belki onun ipuçları beyninden geçiyordu ama acayip bir kitap vardır Eckermann’la Konuşmalar diye, orada Goethe diyor ki “Ben bunları burada buldum.” Yani “Bu fikirler burada geldi bana,” demek istiyor. Ne kadarı orada geldi, ne kadarı daha önce vardı bunun değerlendirmesini yapacak bir ölçüt yok hayatta, bir kriterimiz yok ama en azından fikir edinebiliyoruz, düşünebiliyoruz. O yüzden çok güzel şeyler var dünyada. Bu dünyayı tatsız hâle getirenlerden uzak durmak lazım. E yani evet, bu kadar hoş insanlar varken yani benim aslında bir prensibimdir, “Bu kadar ilginç şeyler varken, başka bir şeyi bana ne anlatıyorsun?” diye sorarım. Değil mi yani? “Oturup ne dinliyorsun sen şimdi mesela?” “Geminiaini diye bir adam var mesela, onu dinledin mi?” Dinlemedin. “Ne yapacağız o zaman?” “Bana ne.” O zaman senden de bana ne.

Ulaş Bager Aldemir: Hilmi Hoca(Yavuz), Behçet Necatigil için diyor ya; “Odası dünyadan büyük şair.” Sizin odanız için de “Dünyadan büyüktür,” diyebilir miyiz?

Mehmet Güreli: Çok güzel söylemiş Hilmiciğim. Yani olur. Kendimi Behçet Bey ile kıyaslamak istemem ama. Behçet Bey’i de tanımıştım ben. Bir gün Ankara’daydım. Ankara’da Salâh’ın çok iyi bir arkadaşıydı Behçet. Son yılları değildi ama, hasta da değildi. Bir gün geldi eve, ben de o sırada oradaydım. Tanıştık falan, oturduk. Onlar konuştu, ben hiç lafa girmediğimi itiraf edeyim. Onlar mektuplaşırlardı, konuşurlardı. Hatta beraber bir şey çevirdiler onlar, Selma Lagerlöf’ün Morbacka diye bir kitabını çevirdiler. Milli Eğitim’den çıktı. Onun yeni baskısını yapmak üzereyiz ama yapamadık. Ayşe Hanım’la (Sarısayın) da konuşmuştuk. Yapı Kredi belki basacaktı. Yani öyle bir kadim dostudur. Ve o öldüğü zaman Salâh’ın nasıl perişan olduğunu hatırlıyorum… Bir kere hastaneden gelmişti, Behçet Bey’in yanından. Nasıl perişan olduğunu, nasıl üzüldüğünü görmüştüm. Bir şey söyleyeyim mi size? Çok önemli şeyleri paylaştığın insanların gidişi, arkada yapıtlar bıraksa da çözülecek ya da telafi olacak bir şey değil. O yüzden sevdiğiniz insanlara sıkı sıkı yapışmayı bilin. Son tavsiye olsun bu da. Hilmi Baba (Yavuz) gibi konuştum. Yani birbirinizin değerini bilin. Değer bilmek, onu korumak, o konuda konuşmaktan daha değerli.

Not: Röportaj kaydının çözülmesi konusunda yardımlarını esirgemeyen Sayın Ece Karacaoğlu’na teşekkür ederiz.