Çarklar sermaye lehine dönmeye devam ederken, dinselleşme söylemi bu kez farklı ağızlardan çıkarak, düzenin meşruiyetini yeniden kurmaya ve sürdürmeye devam edecek. Yani, emekçilere kader olan plan, sermayedarlara hayat olacak.

Bu kadere mecbur değiliz
Fotoğraf: AA

İlda Alçay Sepetoğlu

Kader. Fıtrat. Ölüm. Şehit. Tevekkül. Geçtiğimiz hafta Bartın’da yaşanan maden faciasının ardından muktedirin ağzından bizler için, bir avuç zengin azınlığın dışında kalan herkese dair, çizdiği “kader planının” şifreleriydi bu sözcükler.

“Birileri dalga geçebilir, biz kader planına inanmış insanlarız. Bunlar her zaman olacaktır” diyordu Erdoğan, Bartın’da, 41 maden işçisinin ardından. Şöyle devam ediyordu, “Rabbime hamdediyorum, dün akşamdan bu yana, 24 saati bile bulmadan 41 şehidimize ulaştık.”


Bunları ilk kez işitmiyoruz tabi. Soma’da meydana gelen maden faciası da “işin gereğiydi” Erdoğan için. Ölenlerse her zaman “şehit”ti. Nasıl diyordu Erdoğan? “Yalnızca ölen madenciler değil, aileleri de peygamber efendimize komşu olacak.” Her cümlesinde tevekkülü ve öbür dünyada kavuşulacak “ödülleri” salık veriyordu.

Ama gelin görün ki bu kader planı hep yoksul için, emekçi için çiziliyor. Emekçinin kader planında hep çalışmaktan ölmek var. Yerin yedi kat altında, ekmek mücadelesi için, yaşayabilmek için, yaşatabilmek için çocuklarını, ölmek de olabilir kaderi. Kaderimiz… Ezenler daha çok ezsin, çarklar dönsün ve sermaye düzeni hiç teklemesin diye, elbette onun inancı gereği, biz hep ölen, aç kalan, geleceksiz, güvencesiz, umutsuz olacağız, olmalıyız. Ve elbette köleleştirildiğimiz bu düzende adımız hep bir kader planına yazılacak.

Dinselleşme, gündelik hayatımızın dinci pratiklerle adım adım teslim alınışı, tam da burada devreye giriyor. Nasıl ki Erdoğan inancı gereği “kader planına” inanıyorsa, ait olduğu sınıfın gereği olarak da onca işçinin canına mal olmuş bir kazayı, siyasetin dışına itmek zorunda olduğunu ezbere biliyor. Böylece, bir yandan siyasal olanı dinsel retorik içerisinde “olağanlaştırmaya” çalışırken bir yandan da bizi kaderimize “razı etmeye” uğraşıyor.
Dinselleşme toplumun politikleşmesinin önünü keserek emeğin biat ile rızasını üretiyor, ürettikçe teslim alıyor ve daha çok sömürüyor. Böylece yurttaşlık bilinci yerini tebaa/kul olmaya; haksızlığın hesabını sormak öbür dünyaya; her türlü sömürü ve zulümle boğuşmak ise “tevekkülle” boyun eğmeye bırakılıyor.

Bu yüzden her seferinde aynı cümleyi duyuyoruz: “Bu işi siyasete alet etmeyin.” Çünkü toplum siyasallaşmaya başladığında, hak aramaya da başlar. Kuralları önceden belli olan bir oyunda başına gelecek olana razı olmaz, özneleşip muhatap olur, hesap sorar. Hayatın gidişatına müdahale eder ve nihayetinde kendi kaderini tayin eder.

Siyasi iktidarın dinci söylemler üzerinden hayatımızı şekillendirmesi bir şekilde alıştığımız bir durumdu. Fakat bu olayda esas çarpıcı olan, muhalefet partilerinin verdiği tepkiydi.

Mesela CHP sosyal medya hesabından hayatını kaybeden işçileri “maden şehidi” olarak anıyor, işçi kelimesini dahi kullanmaktan kaçınıyordu. Benzer şekilde Ali Babacan da “Bugün tedbirleri, niye olduğunu, nasıl olduğunu konuşmanın günü değil. Bugün acıyı paylaşma günü” diyordu. Davutoğlu ise 6’lı Masa'nın ses tonunu tutturup iktidara şöyle sesleniyordu: “Bugünler, görüş ayrılıkları üzerinden fikir beyan etme günleri değil. Hep beraber, ortak bir akılla neler yapılacağını tartışmamız lazım.”

Türkiye’de uzun bir süredir seçim havası esiyor. 2023 seçimleri memleketin kaderini belirleyecek önemli bir kırılma anına işaret ediyor. Ancak başta Kılıçdaroğlu olmak üzere 6’lı ittifak, iktidar hedefiyle sandık zamanını işaret ederken, aynı dinci söylemlerle, neredeyse iktidarla dincilik yarıştırarak ölümleri “olağanlaştırmaya” çalışıyor. Toplum bilinçli bir şekilde siyasetin dışına itilerek, muhalefet etme biçimleri dinsel söylemlerle tek tek törpülenip yok ediliyor. Dahası, bunlar alelade söylenmiş ya da yalnızca iktidar hedefinde, ona benzeme gayretiyle söylenmiş sözler değil. Bilinçli, kendi içinde tutarlı ve “Erdoğansız AKP” rejimine hazırlık yapan bir ideolojik bagajla yapılan açıklamalar. Nihayetinde düzen muhalefetinin seçim propagandası haline gelen 'helalleştirerek barıştırma' söylemi de kendini tam bu alana yerleştiriyor.

Çok basit bir denklem çalışıyor burada: “Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerekiyor.”

Ekonomik krizin yarattığı toplumsal bunalım, iktidarın içerisine düştüğü meşruiyet krizi, iktidar bloğundaki kavgalar; toplumsal bir patlamayla, düzen için kontrol edilmez bir hale gelmemesi için, en başından beri düzen muhalefetince “kontrollü bir itiraz”a dönüştürülüyor. Sokak siyasetinin öcü ilan edildiği, siyasal katılmanın yalnızca sandıkla sınırlandırıldığı, hakkımızı bizim adımıza parti liderlerinin aradığı yarı itiraz biçimleri bilinçli bir şekilde dolaşıma sokuluyor.

Böylece hem AKP’nin yarattığı tahribat, siyasallaşamadan, toplumda onarılacak hem de sermaye lehine hiçbir şey değişmeden, el değiştiren iktidarla, her şey değişmiş olacak. Yani?

Yani çarklar sermaye lehine aynı şekilde dönmeye devam ederken, dinselleşme söylemi bu kez farklı ağızlardan çıkarak, düzenin meşruiyetini yeniden kurmaya ve sürdürmeye devam edecek. Yani, emekçilere kader olan plan, sermayedarlara hayat olacak. Ve müdahale edilmedikçe de devran hep ezberlediği yerden dönecek.

O halde şunu ısrarla söylemek gerekir: “Bu kadere mecbur değiliz.” Dinci gericilik bugün her türlü sömürünün üstünü örtüp, sağ şeritten yolunu bulmaya çalışsa da biz denklemi emekten yana yeniden kurabiliriz.

Öncelikle, kader planımıza yazılan ölüme, karşı inatla yaşamayı savunmalıyız. Eşit, adil, sömürüsüz bir düzende yaşamayı. Bunun için emekçilerin yolu 'ama’sız 'fakat’sız laiklik mücadelesinden geçiyor. Gündelik hayatımızın en sıradan anlarını bile teslim alan dinselleşmenin tek panzehri sınıf mücadelesiyle iç içe geçmiş laiklik mücadelesidir.

Bu yüzden tevekkülün karşısına itiraz etmeyi, hak aramayı, tebaa olmak yerine yurttaşlık bilincine sahip olmayı, din sömürüsüne karşı sınıf mücadelesini ısrarla savunmalıyız.