Bir kan gölünün içine düşen Türkiye boğulmadan, dipten yüzeye çıkıp nefes almaya çalışıyor. Bombalar patlıyor, içinde kilolarca TNT-RDX bulunan araçlar kol geziyor, insanlar katlediliyor.

Terör engellenemiyor. Bu bir yana, bir avuç cani; çocuk, genç, sivil ve üniformalıyı gözünü kırpmadan katlederken siyasi iktidar hayali düşmanlar arıyor, ötesinde yaratıyor. Terörü önleyemediği gibi bunu adeta siyasal bir rant aracına dönüştürüyor. Muhalif, bunu bildiği için bilakis kanın ve şiddetin karşısında daha sert duruyor, insan canını hiçe sayan tüm fiilleri külliyen reddediyor, ‘öldürmeyin’ diyor.

Ne yazık ki; kan, gözyaşı ve artan şiddetin ortasında barış, sağduyu, demokrasi, temel haklar, eşitlik, adalet ve çağdaş bir yaşam noktalarını referans alarak eleştiren linç ediliyor, fişleniyor, hedef gösteriliyor, ötekileştiriliyor. İktidar, kendisine biat etmeyeni, politikalarını beğenmeyenleri, uyaranları karşısında konumlandırıyor. Dahası terör sepetine atılıyor.

Türkiye’nin çıkışı, daha fazla demokraside, insan haklarında, barışta, eşitlik ile kardeşlik sığınağında

Can güvenliğini korumakla mükellef devlet ‘canımız’ diye hesap soranı terörize ediyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘milli seferberlik’ vurgusunu da bu noktandan ele almalı. Toplumun bir bölümü, ‘Türkiye’nin önlenemez yükselişini çekemiyorlar ve önünü kesmek istiyorlar’ sözlerinin havanda su döverken, kalan suyla da iktidar çarkını döndürme çabası olduğunu biliyor.

Bunlarla birlikte, ‘terörist’ kim?’ sorusunu da sormalı. Münferit örnekleri saymazsak, siyasetten sokağa, aydından gazeteciye akli melekeleri yerinde olanlar, acı verici, incitici, endişe yaratıcı, yaşam hakkına gasp eden bu kan deryasını ‘örgüt ayırmadan’ lanetliyor. O yüzden bu ‘terörist’ tanımı belki de en başından boşa düşüyor. Öte yandan terörü engellemenin bir vatandaşlık görevi olmadığı da hatırlatılmalı. Yurttaş tepki verir, sorgular, karşı çıkar, önlem ister. Canlı bombaları tutmak, caniyi yakalamakla mükellef değildir. En azından kabile ya da aşiret statüsüne henüz erişmemiş, çağdaş toplumlarda, kurumların işlevini sürdürdüğü yapılarda işler böyle yürür.

Seferberlik ilanına da ayrı bir parantez açmalı. Siyaset tepeden görevlendirdikçe, kin, nefret, ayrıştırma sokağa yansıyor. İdam tartışmaları, sınıfta çocukların eline tutuşturulan ip oluyor. Aşağılayıcı, mezhepsel ve etnik sözler, akademide Alevi düşmanlığına dönüşüyor. Aydın, gazeteci, yazar küçümsenip baskı gördükçe, sokak kendine görev çıkarıp kasaturayla konser salonu basıyor. Ne parti binalarına saldırılması ne de muhalefetin siyasetçilerine maksadını aşıp tehdide varan tepkiler gösterilmesi tesadüf değil.

Türkiye Başkanlık referandumuna giderken, kutuplaşmanın, ayrışmanın ve maalesef gerginlik ortamının daha da artacağını görmemek için çok fazla iyimser olmak gerekiyor. Keşke amaç, bağcı dövmek değil hep beraber üzüm yiyebilmek olsaydı. Türkiye’nin çıkışı, daha fazla demokraside, insan haklarında, barışta, eşitlik ile kardeşlik sığınağında. Milyon kere söylemekten vazgeçmeyeceğiz.