9 Ekim günü Nobel Barış Ödülü’nün Tunus Ulusal Diyalog Dörtlüsü’ne verildiği açıklandı. Dörtlü şu örgütlerden oluşuyor! Tunus Genel İşçi Sendikası, Tunus Sanayi Ticaret ve El Sanatları Konfederasyonu, Tunus İnsan Hakları Birliği ve Tunus Barolar Birliği. 2009’da kendisini bile şaşırtan bir kararla aynı ödüle ABD Başkanı Obama layık görülmüştü. Demek ki Nobel kararları tartışmalı olabiliyor…

Ama bu vesileyle Tunus gerçeği üzerinde kısaca durabiliriz. Arap ayaklanmaları sürecinden göreceli bir başarıyla çıkmış tek ülke Tunus. Laik ve modernist bir kültürün var olduğu, başta sendikalar ve güçlü demokratik kitle örgütlerinin bulunduğu bir coğrafyadan söz ediyoruz. Tunus Dörtlüsü tam ülke iç savaşa sürüklenirken gerginliği azaltmak amacıyla devreye girdi. Müslüman Kardeşler ekürisi Nahda partisini ülkeyi seçimlere götürmeye ikna etti. Laik Nida Tounes (Tunus’un Çağrısı) birinci parti olarak hükümeti kurarken, özgürlükçü bir anayasa hazırlanarak kabul edildi. Tunus’un sınırlı jeostratejik önemi ve çok güçlü sayılamayacak doğal kaynakları nedeniyle emperyalizmin öncelikleri arasında yer almadığının, bu nedenle süreçte ülkenin iç dinamiklerinin belirleyici rol oynadığının altını çizmekte yarar var. Bir de kaşınmaya müsait etnik ve mezhepsel fay hatları bulunmadığını hatırlatmakta.
Kendisine yeni mağduriyet iddiaları yaratmakta “ustalığını” bildiğimiz RTE, cüretiyle bu kez bizi bile şaşırttı. “Niye Nobel Barış Ödülü kazanamadım!” diye isyan etti. Bizden tavsiye, madem uluslararası bir ödül kazanmayı aklına koydu, Nobel’de haksızlığa uğramış bile olsa, şansını Oscar’da deneyebilir. “Ankara katliamını PYD-İŞID-Eset birlikte tasarladı” senaryosunu dolaşıma sokan “Havuz medyasını” temsilen, hamileri ve banileri sıfatıyla “en yaratıcı senaryo” ödülüne layık görülebilir.

“Karpuz kabuğu” metaforu kullanmaktan kaçınsak bile, “RTE’nin ismini Nobel’le telaffuz edebilen” başkalarının mevcudiyetini teğet geçemeyiz. HDP Grup Başkan Vekili İdris Balüken, “Cumhurbaşkanı bu tavrı ortaya koymamış olsaydı kalıcı barışı sağlamış olarak bugün belki Nobel Barış Ödülü’nün bir yerinde kendisi bulunuyor olacaktı.” demiş.

Baştan beri, AKP’yle bir barışı mümkün görmesek de, Türkiye’nin en yakıcı sorununda bir çözümden Kürt kardeşlerimiz kadar mutlu olacağımızı söylemeye gerek bile yok. Ne var ki İdris Balüken’e de, Kürt sorununun çözüm yoluna girmesiyle, 17-25 Aralık’ta ortaya dökülen yolsuzlukların RTE’nin yanına kalmasına, Gezi’de kaybettiğimiz kardeşlerimizin yaşamlarından baş sorumlunun hukuktan paçayı sıyırmasına, Türkiye’nin azgın bir gericiliğin pençesinde kıvranmaya devam etmesine gönlünüz razı olacak mıydı? Nobelli sıfatıyla meşruiyetini perçinlemiş bir despotun bizleri daha fazla ezmesine kim engel olacaktı? diye sormaya hakkımız var sanırım.

Türkiye Dörtlüsü
10 Ekim Ankara buluşmasını da, Türkiye Dörtlüsü; TMMOB-DİSK-KESK-TTB tasarlamıştı. Türkiye’deki kötü gidişata barış adına müdahale etmeyi umut etmişlerdi. Türkiye’nin dört bir yanından insanlar da bu davete coşku ve heyecanla koşmuşlardı. Alçakça patlatılan bombalar bilindiği gibi 100’ün üzerinde arkadaşımızı aramızdan aldı. Ama eminim ki Türkiye Dörtlüsü barış, özgürlük, eşitlik için demokrasi mücadelesine kesintisiz devam edecek, bırakın Nobel’i hiçbir ödülde gözü olmadan tarihsel sorumluluğunun gereğini yerine getirecek.
Hepimiz Türkiye’nin Suriyeleştirilmesinden haklı olarak endişemizi dile getiriyoruz. Ama Suriye’yi Suriyeleştiren de AKP hükümeti değil mi? ABD orkestra şefliğinde, Suudi Arabistan ve Katar parasıyla komşu ülkeye TIR’larla silah yollayan, bilumum Cihatçı örgüte militan sevk eden, Erdoğan ve şürekâsından başka kim olabilir? “Suriye’de devrim oluyor!” safsatasıyla ortaya çıkan, emperyalizme de, “sakın kara harekatı yapmayın, silah ve para tedarik edin” diye akıl veren “sosyalistlerin” veballerini unuttuğumuz da zannedilmesin.
Rusya’nın Suriye’deki iç savaşa (Cihatçı militanların 77 düvelden devşirildiklerini hatırlarsak “iç savaş” ifadesinin isabeti de tartışılır) ağırlığını koymasından sonra bir yorumcu, “ABD ve Rusya Hitler’e karşı ortak bir savaş yürütürken ittifak yapacak ılımlı Nazi mi aradılar?” diye soruyordu. Gerçekten din savaşının, Cihat’ın ılımlısı olmaz; Suriye’de bir barış süreci yaşanmadan Türkiye’nin de başı beladan kurtulmaz.

Tek Yol Seçim mi
Sağcıların özgün slogan repertuarının fazlaca geniş olmadığını biliyoruz. DYP eski genel başkanı Hüsamettin Cindoruk Halk TV yayınında bir hakkı teslim ederek, onlar “Tek yol devrim!” demişlerdi, ben de şimdi “Tek yol seçim!” diyorum sözleriyle AKP’nin sandıkta geriletilmesi için çağrıda bulundu. 7 Haziran “tarafsız Cumhurbaşkanının” sandıkta yenilmeme efsanesini bitirmek anlamında çok önemliydi. 1 Kasım ise, neden AKP’siz bir hükümete yelken açılan dönüm noktası olmasın!

Aslında 7 Haziran’ın önü 2013 Haziran direnişiyle açıldı. Çünkü RTE’nin gerçek yüzünün ortaya çıkışı, hegemonyasının sarsılışı, toplumsal muhalefetin moral üstünlüğü ele geçirişi bu süreçte gerçekleşti. Başta liberaller, bu dönemeçte ittifakları daraldı, giderek “ikna” mekanizmalarının yerine, “zor” yöntemlerine başvurmaya başladılar. Bu tarihten itibaren, özellikle CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ve çevresinin kavramakta güçlük çektiğini düşündüğüm bir olgu ortaya çıktı: Bundan böyle tek başına veya koalisyon ortağı sıfatıyla AKP’li bir normal yönetim mümkün değildir. Sermaye çevreleri ve emperyalistlerin gönlünde “büyük koalisyon” yatsa da, artık AKP’li hükümetlerle Türkiye normalleşemez.

Kendi yetkililerinin ifadesiyle, yüzde 25 çekirdek bir gerici desteğe sahip de olsa, Angela Merkel gibilerin 3 milyar Avroluk ahlaksız rüşvetleriyle emperyalizm AKP’ye de işaret etse, halkın çoğunluğunun gözünde bir daha meşruiyet kazanmaları imkansızdır. Zaten Ankara katliamının asıl mesajı, kolay yılmayacak, geri adım atmayacak Kürtlerden, sosyalistlerden ziyade, Gezi sürecinde sokağa çıkan, riskleri alan gericilikten muzdarip sade yurttaşları, kısaca halkımızı korkutmaya, bezdirmeye, evine hapsetmeye yöneliktir.

Bu nedenle 1 Kasım’da gidelim, ırkçı-gerici partilere karşı oyumuzu kullanalım, sandıklara-sayımlara sahip çıkalım. Ama işin orada bitmeyeceğini de akıldan çıkarmayalım. Korkarım ki bir süre daha kolay kolay meydanlara toplayamayacağımız yurttaşlarımızı mahallelerde, amfilerde, işyerlerinde yakalayalım. Başta meclisler, “yerli ve milli” her zeminde yaşama siyaset yoluyla müdahale edelim, kimsenin yılmaması, geri adım atmaması için çaba gösterelim.

Bari ben de spordan artık klasikleşmiş bir sloganı ödünç alayım, “Bu maçı alıcaz başka yolu yok!”…