Her ne kadar yazar, “otobiyografik roman” diye nitelendirse de Kavgam’ı bir edebi türe dahil etmek zor

Bu neyin kavgası?

ESRA TANRIBİLİR- @irritablerains

Zaman zaman yazılacak her şeyin yazıldığı ve edebi bütün olasılıkların tüketildiği iddia edilir. Oysa yaratının olanakları sonsuzdur. Edebiyat her defasında kendini farklı şekillerde var ederek yoluna devam eder. Genellikle de bunu, öncekileri parçalayarak yapar. Tıpkı bu yazının öznesi Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard’ın söylediği gibi, “Yazmak, yaratmaktan ziyade yıkmakla ilgilidir.”

Knausgaard, iki yılda tamamladığı, 3 bin 600 sayfayı bulan, 6 ciltten oluşan, 20’den fazla dile çevrilen ve Hitler’in ünlü kitabıyla aynı ismi taşıdığı için tartışmalar yaratan Min Kamp (Kavgam) serisi sayesinde dünya edebiyatında bir fenomen haline geldi. Her ne kadar yazar, “otobiyografik roman” diye nitelendirse de Kavgam’ı bir edebi türe dahil etmek zor. Deneme, anı, otobiyografi ve roman melezi denilebilir. Edebiyatla ilgisi olan herkesin bildiği gibi, meselenin bütün fazlalıklar atılarak mümkün olan en kısa biçimde anlatılması ve “anlatma, göster” günümüz edebiyatının iki temel prensibidir. Knausgaard’sa tam tersini, göstermek yerine anlatmayı, hatta her şeyi anlatmayı, üstelik de uzun uzun anlatmayı tercih eden bir yazar.

2000’lerin edebiyatının gittikçe bireyselleşmesi herkesin üzerinde anlaştığı bir durum. Günümüz edebiyatının neredeyse tamamı bireyden yola çıkan özyaşam türevi öykülerden oluşuyor. Otobiyografi elbette çağımız edebiyatına özgü bir tür değil, sayısız örnekleri var ama hiç bu kadar popüler olmadığı da aşikâr. Kişisel anlatının son noktası diye nitelenen Kavgam ile Knausgaard da otobiyografik romanı bir ileri boyuta taşıyor.

Kavgam’ı olumlu ayrıştıran ve Knausgaard’ı, belli bir noktada tıkanıp neredeyse aynılaşan çağdaşı yazarlardan, bir adım öne çıkaran özelliklerin okuyucuda da karşılık bulduğu kesin. Peki, kendi ileri teknolojik yalnızlığında kaybolmuş, sadece 140 karakterlik düşünebilen günümüz insanı bu kadar geveze bir yazarda ne buluyor? Nasıl oluyor da hem entelektüel çevreler hem de “çoksatar okuru” diye yaftalanan normal okur Kavgam’da buluşabiliyor?

arklı versiyonları yayınlanan Big Brother tarzı programlara hepimiz aşinayız. Bunların izlenme rekorları kırmasının altında, kontrol edemediğimiz merak ve röntgenleme güdülerimiz yatıyor olmalı. Başkalarının hayatını bilmek istiyoruz. Hem de en ince ayrıntısına kadar. İşte, Knausgaard da tam olarak okuyucuya bunu veriyor. Kendi özel hayatını hepimizin gözlerinin önüne seriyor. Bir röportajında kendisinin de söylediği gibi, hayatı “olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi” anlatırken felsefi çıkarımlar ve entelektüel kaygıları okuru rahatsız etmeden günlük yaşamın banalliğiyle harmanlıyor. Sıradan bir ailenin bazen monoton, bazen çalkantılı yaşamını bütün çıplaklığıyla anlatıyor. Bu sayede okur da romanın içinde kendi sıkıcı hayatını buluyor. Mesela bir yandan bu yazıyı bitirmeye çabalarken diğer yandan çamaşır makinasında asılmayı bekleyen çamaşırlar gerçeğiyle yüzleşmem gibi.

AİLE SIRLARI
Eleştirmenler olumlu, okuru me mnun, meslektaşları da ona hayran diye Knausgaard için her şeyin yolunda gittiği sanılmasın. Babasının ölümünü anlattığı ilk kitap beş milyonluk Norveç’de yarım milyon satınca, basın, kitapta adı geçen herkesin peşine düşmüş. Bir yandan sırları, özel ilişkileri ifşa edilen ailesi, akrabaları ve arkadaşlarının neden olduğu sıkıntılar diğer yandan kendi pişmanlıkları yazarın hayatını kâbusa çeviriyor. Ailesiyle arası açılmış, amcası tarafından dava edilmiş, karısı psikolojik olarak zor günler geçirmiş ve boşanmanın eşiğine kadar gelmişler. Knausgaard’ın aile sırrı ya da kişinin özeli demeden ve hiç tereddüt etmeden ne yaşamışsa, bazen patavatsızlık sayılabilecek şekilde, yazmasının bedellerini ödemiş.

Kavgam’ın belli bir olay örgüsü de öyle tipik karakterleri de yok. Ana karakter bizzat Knausgaard’ın kendisi ve yaşamları bir şekilde onun yaşamına değen ya da kesişen her kim varsa romanın içinde yer bulmuş. Edebi kandırmacalardan, süslemelerden özellikle kaçınıyor ancak güçlü betimlemeleri dikkat çekiyor.

itap çağrışımlar yoluyla günümüz ve geçmiş arasında gidip gelirken Knausgaard da bundan böyle adının hep birlikte anılacağı Marcel Proust gibi Kayıp Zamanın İzinde koşuyor.

Ben bu romanı, kimse fark etmesin diye hıçkırıklarını yutan ve r’leri söyleyemeyen Knausgaard’da kendi çocukluğumu gördüğüm için daha çok sevmiş olabilirim ama her okurun da içinde bir şeyler bulacağına eminim. Kavgam’ın birinci cildi, Ebru Tüzel’in özenli çevirisiyle Monokl Yayınları tarafından yayımlandı. Umarım serinin geri kalanı da bir an önce okurla buluşur.