Turnuvanın dördüncü gününde ilk şehirlerarası yolculuğumu yapma zamanı gelmişti. Ufak bir araştırmayla Paris’ten Lyon’a gitmenin en ucuz yolunun otobüs olduğunu öğrendim. Sabah 10:30’da başlayan sıkıcı bir otobüs yolculuğunun ardından Lyon’a ulaştım. Otobüsten iner inmez Paris’te eksikliği hissedilen EURO 2016 ruhu Lyon’da hissediliyordu. Otele giderek vakit kaybetmek istemediğim için valizimi emanete bırakarak stadyumun yolunu tuttum. İtalyan ve Belçikalı futbol severlerle birlikte yaptığım tramvay yolculuğu Hırvatistan ve Türkiye’nin niçin Avrupa Birliği’nde olamadığının cevabı gibiydi.

Stadyuma gelip Medya Merkezi’ne yerleştiğimde İrlanda – İsveç maçı başlamıştı bile. Fransa’ya gelmeden önce son üç Avrupa Şampiyonası’nda da oynamış ve gol atmış oyuncular Zlatan İbrahimoviç ve Cristiano Ronaldo ikilisinden hangisinin dördüncü turnuvasında da gol atarak tarihe geçeceğini merak ediyordum. Zlatan kötü oynayan takımını mağlubiyetten kurtarsa da sıra Ronaldo’ya geçmişti. İsveç’in kadrosunda ligimizin tozunu yutmuş, Jimmy Durmaz, Erkan Zengin ve Andreas Isaksson gibi oyuncular da vardı. Kasımpaşa’nın file bekçisi 90 dakika oynarken, Erkan ve Jimmy forma şansı bulamadı. Robbie Keane, 78. dakikada oyuna girerek İrlanda formasıyla 144. kere arz-ı endam ederken kendi taraftarlarının dahi şans tanımadığı İrlanda galibiyeti kaçıran taraf oluyordu.

Aniden bastıran çılgın yağmur durduktan sonra stadyumdaki yerimi aldım. Turnuvanın baş altı favorileri İtalya ve Belçika arasındaki maç başlamak üzereydi. Belçika, ev sahibi kontenjanından katıldığı Euro 2000’i saymazsak 32 yıl sonra ilk kez turnuvaya katılmayı başarmıştı. EURO 2000’de de Mustafa Denizli yönetimindeki Türkiye’ye 2-0 yenilerek grup aşamasında elenmişler, Türkiye de tarihinde ilk kez gruplardan çıkmayı başarmıştı. Son turnuvanın finalisti İtalyanların müzesinde 68’de kazandıkları bir kupa vardı. Gök Maviler Belçika ve Hollanda’nın birlikte ev sahipliği yaptığı EURO 2000’de de final oynamıştı. Kırmızı Şeytanlar’ın en büyük başarısı ise İtalya’da düzenlenen EURO 80’de bir ucundan tuttukları kupayı son dakikalarda gelen golle Almanlara kaptırmaktı.

Başlama düdüğü çaldığında bu maça gelmek için çektiğim onca çileyi düşünerek “umarım geldiğime değecek bir maç olur” dedim. Bitiş düdüğü çaldığında turnuvanın o ana kadar olan en iyi maçını izlemiş olmak tüm sıkıntıları unutturmuştu. “Bu oyunu seviyorum” dedim yanımdaki Çinli gazeteciye. Bu oyun derken yaptığım vurguyla Basketbol’a haddini bildirerek... Maç başlamadan önce turnuvanın favorileri arasında olan İtalya’nın da Belçika’nın maç gittiğinde hâlâ favori olduğunu düşünüyorum. İtalya’nın ilk yarıda oynadığı oyun galibiyeti getirmişti. İkinci yarıda 10 kişiyle savunma yapan İtalya karşısında Belçika’nın Hazard önderliğindeki oyununu da küçümsememek gerek. Kapanan bir İtalya’ya karşı bu kadar pozisyon üretmek her takımın harcı değil.

Gece otele döndüğümde tekrarını izlediğim İspanya – Çek Cumhuriyeti maçı Tiki Taka öldü diyenlere cevap gibiydi. Eleme aşamasında 10 maçının 9’unu kazanan ve son 8’inde gol dahi yemeyen son şampiyon, maç boyunca oyunu Çek yarı sahasına yığdı ve sayısız pozisyona girdi. Farkı önleyen Peter Cech’in Pique’nin 87 dakikadaki kafa vuruşunda yapacak bir şeyi yoktu. Türkiye için tek devam senaryosunun Çekleri yenerek en iyi grup üçüncüsü olup A ya da B grubunun birincisiyle (muhtemelen Fransa ya da İngiltere) son 16 oynamak olduğunu düşünerek uykuya daldım.