Yılmaz Gruda ‘Sımayıl ile Razıya’ adını verdiği son romanında, İstanbul’un varoşlarında yaşanan, engel tanımayan bir aşk öyküsünü, kendine özgü dili ve üslubuyla anlatıyor.

‘Bu roman savrulanların çığlığı!’
KADİR İNCESU

Oyuncu Yılmaz Gruda, az bilinen bir yönü olmasına rağmen aynı zamanda bir yazar. Gruda’nın dördüncü romanı Sımayıl ile Razıya (Taş Baskı) Bir Sevda Romanı Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayımlandı. Yılmaz Gruda romanda, İstanbul varoşlarının bilimsel haritasını çıkarmakla görevli bir araştırma görevlisi aracılığıyla engel tanımaz bir aşkın öyküsünü anlatıyor.

Sanatçı da bir alan araştırmacısı mıdır?

Evet, alan araştırmacısıdır sanatçı da! Karakterlerin yaşadığı ili, ilçeyi, yapısını, giderek yaşadığı mahalleyi, ilişkilerini, mesleğini, mesleğinin ayrıntılarını, ülkenin, sözünü ettiğim çerçeveyi etkileyen, siyasi, iktisadi gidişatını izler, irdeler; karakterin yapısına giydirir... Yazdığım, yayımlanan dört romanımda da bu yolu sürdürdüm...

Romanın adının (“Sımayıl ile Razıya (Taş Baskı) Bir Sevda Romanı”) esprisi nedir?bu-roman-savrulanlarin-cigligi-830127-1.

Şudur esprisi: 1930’larda “böyük” yayınevleri, halkımızın büyük bir hazla, ilgiyle okumayı, dinlemeyi çok sevdiği Kerem ile Aslı, Yusuf ile Züleyha, Arzu ile Kamber vb. kitaplarının basımına yanaşmıyordu! ‘Fekat’ yanaşanlar, daha doğrusu kulvarı boş bulup da ‘ekmek’ çıkaranlar var idi! Ne ki, onların da makinaları, maddi olanakları yoktu. Çözüm? Kitap sahifesi ölçeğinde düzgün ‘taş’lar! Ustalar tarafından kazılıp (sabır ile donanmış hattat örneği) harfler mürekkeple sıvanır ve iki taş arasındaki üçüncü hamur-kaada, el ya da mengene ile baskı yapılır. Taşı kaldırdığında az da olsa mürekkebi yayılmış kimi sözcükler, yer yer, taşın gözenekleri, pütürleri ile bir yüklü sahife çıkar ortaya. İşte, böyle böyle sürüp gider taş baskı!

Bu maddi görünüm. Mecazi anlamı şu: Taş baskı’ya, üveyliğe karşın, bir olguyu kotarmak, bir varoluşu, bir sevdayı vurgulamak!..

Mikdat Hoşgörür’ün “… o ünlü edebi türün iyice kağşamış olan ‘hâlihazır’ durumuna karşı” yorumu da sizin son dönemde romanlarınızda öne çıkardığınız düşüncenin bir ifadesi midir? Bu duruma karşı siz ne yaptınız?

Gelin, biraz sohbet çerçevesine girelim: O ünlü roman adlı edebi türün, iyice kağşamış olan ‘hâl-ü hâzır’ durumuna, bir başka deyişle tuğla ölçeğindeki örneklerine baktığımızda ne görüyoruz?

Yazar, okuru, iki cümlede gidilecek yere, orada burada dolaştırıp, 10 sahife sonra ulaştırıyor. Bir kavramı ya da ‘bir şey ne ise, onu’ anlatmak için, atkılarla, alıntılarla, yine okuru beş sahifeye çakıyor!.. Eee arkadaş, yazdığın laf ola beri gele değilse -ki öyle olmamalı dii mi- yaptığın iş, amacın ne? Mesıç vermek! Amma ki, bir Arabın yâlelidir gidiyor. Okurun vakti yok arkadaş! Baksana bu çağdaş adama: Öğünlerini mak-muk sandviç, kola ile evdeki öğünü de TV’ye, diziye felan yetişmek için paketler içre hazır gıda ile geçiştiriyor... Hadi, vereceksen ver mesacı! Yoksa kitabı kaldırıp atacak.

İşte ben, bu ünlü, roman adlı edebî türün gidişatına (kimi haberdar dostlar için tekrar olacak amma tekrarı şart) karşı durdum. Bu türün, bir hayli halksı türüne ulaştım.

Gerektiğinde kullanılan metaforlar, benzetmeler, örtüşmeler, kısa ve vurucu cümlelerle çerçevelenen olaylar, olgular, oluşumlar, yer yer, tiyatrodan aktarım cümlelerle temelde “Lafın uzunu, aptala söylenir!” halk deyişine yaslandım. Pazarın gözbebeği, sayfalar yığını tuğla boyutu yapıtlara; bu yapıtların klişe sunum, anlatım, biçem ve biçimlerine; hele hele yazarın dakka başı, kişilerin iç dünyasında dolanıp durmasına, duyguları didik didik ederek okuyucuya yön vermesine ve benzeri çalımlara, kısaca ünlü edebi türün yani romanın iyice kağşamış haline karşı getirdiğim bir yaklaşım...

Munise’nin, “Hayat denilen dıvara çarptın mı, sevda un ufak oluverir!” sözünün sizdeki karşılığı nedir? Anne babanızın sevdasını da bilen birisi olarak…

Munise’nin sözü, yaşadığı pratikten, konumdan, gözlemlediklerinden, kendince damıttığı bir gerçek. Biraz ilmi alalım: İktisadi gidişin, yaşamına etkisinin sonucu. Özele dönersek Razıya’ya gözdağı!

“Sımayıl’sız yaşayamazsın ha? Hadi, git bakalım o kasetçinin dımdızlak evine. Gün boyu, 3-5 adet satıp üç otuz para kazanıp getirecekleriyle, bi ufacık tencerede aş kotaracağın mutfağa bi git de gör: O tepindiğin sevdanın boyunu bosunu, kalırını kalmazını…”

Metne kattığınız Yılmaz Gruda’ya özgü özellikler de dikkat çekiyor… Alaysama, şive… Dil bir anda zaman değiştiriyor. Eski sözcükler… Özellikle gençleri de aynı şekilde konuşturmanızın amacı neydi? Razıya’nın annesine “Aman anne; senin bu dutarakların da…” demesi.

Alaysama, yerinde kullanıldığında, iyi gider, bir revnak katar metne. Bundan ötürü kullandım... Şiveyi, karakterlerin İstanbul bağlamında, dışarlıklı oluşlarını vurgulamak üzere kullandım... Eski sözcükleri, kimi karakterlerin yaşadığı dönemi, yaşadığı kuşağı; yalınkat söylersek yaşını belirtmek üzere kullandım... Yine, yeri geldiğinde de çağdaş sözcüklerin arasına, yanına, yöresine “takarak” ironi öğesi olarak kullandım... Öte yandan, tutarak gibi sözcükleri de, söz dağarında fikr-i sabit gibi Arabî sözcükler olmadığını göstermek, kuşaktan kuşağa sürüp gelen bir söz dağarı taşıdığını vurgulamak için kullandım...

“Savrulanların çığlığı” mı bu roman?

Evet. Savrulanların Çığlığı! Türk Dil Kurumu’nun sözlüğü “Acı acı ya da ince ve keskin bağırmak; feryâd” diyor çığlığa...

Hançereye ilişkin bu aykırı olgu, yukarda da belirttim, bir metafor olarak alındığında, kurulu düzen içre, onca yoksulluğun, uykuları didik didik eden yarın endişesinin, o beton okyanusunun ortasındaki gecekondulara yığışımın, güzel günlerin kapısına omuz vurup da, geri savrulmaların; bu oluşumun, bu var olanın vurgulanmasıdır... Aslında, yukarda sözünü ettiklerimi, bir açıdan, gereksiz kılan... Tümünü kapsayan bir -metafor- çığlıktır bu roman.

Vee aynı zamanda, Sımayıl ile Razıya’nın sevdaları da, insana direnç veren, güç veren bir belgidir!