Adamın biri diye başlar ya bazı anlatımlar, ben de öyle başlayayım bu haftaki yazıma. Adamın birinin üç oğlu varmış. Bir gün vezir gelmiş bu adama: “Padişah savaşa gidiyor, savaşmak için bir oğlunu gönder,” demiş. Adam göndermiş oğlunu savaşa. Fakat oğlu savaşta ölmüş. Sonra yine savaş çıkmış, padişah öbür oğlunu da istemiş. O da savaşa gitmiş ve ölmüş. Yine vezir gelmiş; “savaş çıktı yine padişah oğlunu göndermeni istedi,” demiş. Adam ne yapsın, emir büyük yerden, en küçük oğlunu da göndermiş. O da ölmüş. Bir zaman sonra padişah vezirini yine göndermiş. Vezir gelmiş adamdan asker olması için çocuk istemiş. Adam çok kızmış ve demiş ki; “söyleyin padişaha benimkime güvenip de herkese savaş açmasın...”

Savaşlar böyle komik olmuyor. Emperyalist devletler Ortadoğu’yu uzun yıllardır karıştırıyor. Etnik ve dinsel unsurları kaşıyor. “Soygun felsefesine son verirseniz, savaş felsefesi ortadan kalkar,” diyor Fidel Castro. Bizde eşitlikçi olmayan bir devlet politikası; yıllardan beri halkına zulüm ediyor. Hükümetin elinden gelse hemen şimdi savaşa girecek. İçeride zaten savaşta. Yoksul halkın çocuklarını/çocuklarımızı kırdırıyor, öldürüyor. Yasama, yargı ve yürütmeyi kilitleyen hükümet parlamentoda çoğunluğuna güvenip savaşın şartlarını ve yasalarını oluşturuyor.

“Kötü yasalar, zulmün en berbat şeklidir,” diyor Burke. Dolayısıyla yasaların bittiği yerde zulümler başlıyor. Zulmeden kimse kötüdür, ahmakça kötülük etmek ise kusurların en beteridir. Devlet eliyle yapılan zulüm toplumda korku yayıyor. Korkunun kendisi dışında berbat olan hiçbir şey yoktur. Bu durumda insan neyden korkar, ölümden mi, tutuklanmaktan mı, yaşamını zora sokmaktan mı, düzeninin bozulmasından mı? Oysa böyle bir durumda düzen/düzeni zaten bozuktur. Epictetus ise şöyle der, “Korkunç olan ölüm ya da zorluk değildir, ölüm ve zorluk korkusudur.”



Korkular insanlara korkunç maskeler taktırır. Bu maskeleri çıkarmayı başarabilen ürettikleri korkuyla baş edebilir. Her gün hayatlarımız azar azar bizden alındığı için bu, ölüm için bile doğrudur. Ölüm imgesinin maskesi düştüğü zaman, bu korkular da yok olur...

Korku, tatmin edici gelişmelere ulaşma olasılığını eler. Zulmün ve korkunun mantığı medya tarafından da işletilmektedir. Televizyon kanallarında ya da gazetelerde hergün propagandist görüntüler ve fotoğraflar boy boy teşhir ediliyor. Güncel siyaset bir gizem perdesiyle bize sunuluyor ve aslında zaten öznesi olduğumuz yaşamın/olayların bilgisine sahip olmak için medyanın dolayımına, yorumunun aracı kılınmasına ihtiyaç yaratılıyor. Oysa bu egemenlerin tahakküm kurma biçimlerinden biridir. Bu, devlet dolayımındaki bir siyaset biçimine alternatif sunan bütün olanakların da iptal edilmesi anlamına geliyor.
Valéry’nin “İnsanlık-dışının geleceği parlaktır” deyişini haklı çıkarırırcasına geçen yüzyıl milyonların ölümüyle sonuçlanan iki dünya savaşı yaşandı. Nazi teorisyenlerince işsizler ve proleterler yani ‘aylaklar yığını’na karşı geliştirilen ‘topyekûn savaş’la kitleler sistematik bir biçimde ırkçılık ve soykırımla katledildi. Atom bombası, nükleer-biyolojik-kimyasal silahlar kullanıldı. Silah tüccarlarının karanlık arka mutfaklarında terörizm trajedileri sahnelendi. Belki aynı tarihlerde olmasa da Oscar Wilde “Hepimiz aynı berbat çukurun içindeydik. Ama bazılarımız yıldızlara bakıyordu,” dedi. “Yerinde sayanlar, yürüyenlerden daha çok gürültü yaparlar,” diye de ekledi.

Kapitalizmin belki de en büyük günahı, şiddet haplarıyla gündelik yaşamları uyutmasıydı. Dünyayı ekonomik krize sürükleyenler III. Dünya Savaşını istiyor. ‘Savaşa Hayır’ sloganını emperyalist savaşlar için algılıyoruz. Sloganın t-shirtlerde basılı, rozetler halinde takılı kalmasında eksik/yarım bir şeyler var. Adamın biri diye başladığım yazımı ‘Zorba’nın biri (!) diye bitireyim;

“dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bilir misin? Yarım işler, yarım konuşmalar, yarım
günahlar, yarım iyiliklerdir. Sonuna kadar git be insan.!” (Nikos Kazancakis)
Bu savaşı istemiyorsan...