Akademisyen Özgür Müftüoğlu’na göre, üzerinden 11 yıl geçen TEKEL Direnişi’nden çıkarılacak önemli dersler var. Müftüoğlu, “TEKEL’e kadar meydan işgali, fazlaca kullanılan bir eylem biçimi değildi” diyor.

Bu tarihi direniş hâlâ yol gösteriyor

RIFAT KIRCI

AKP, TEKEL’i sermayeye satmak istediğinde, işçiler Ankara’nın ayazında buna karşı tam 78 gün direndi. 2009’un Aralık ayında başlayan bu tarihi eylemin adı, TEKEL Direnişi’ydi. Birçok kez polis müdahalesine maruz kaldılar. Esnaf, gençler, öğrenciler toplumun birçok kesiminden de destek gördüler. Bu tarihi direniş mücadeleye omuz verenler için hâlâ fikir ve güç veriyor.

Peki, TEKEL direnişi hangi koşullarda gerçekleşti? Bu direniş AKP’de nasıl bir kırılma yarattı? Bu sorulara akademisyen Özgür Müftüoğlu’yla yanıt aradık.

TEKEL direnişi hangi koşullarda gerçekleşmişti?

TEKEL direnişi 2008 krizinin emekçiler üzerine etkilerinin en ağır biçimde ortaya çıktığı bir dönemde, 2009’un son 15 gününde başladı. Aslında TEKEL işçileri, işyerlerinin özelleştirilerek kapatılmasıyla beraber kendilerine dayatılan güvencesiz, daha düşük ücretle çalışma koşullarına tepkilerini ortaya koymak için Ankara’ya giderken, böylesine bir direniş gerçekleştirmeyi akıllarından dahi geçirmiyordu. Ama dertlerini anlatmak için AKP Genel Merkezi önüne geldiklerinde karşılaştıkları polis şiddeti öyle sert oldu ki, ertesi gün evlerinde olmayı planlayan işçiler, kışın ortasında Ankara’nın soğuğunda 78 gün işçi sınıfı tarihine geçecek bir direnişin öznesi oldular.

Bu kendiliğinden gelişen direnişin gerçekleşmesinde konjonktürün önemi büyüktü. Krize karşı uygulanan politikalar, toplumun çok geniş kesimleri için 2009’u işsizleşme, yoksullaşma ve güvencesizleşmeyle birlikte tam bir yıkım yılı haline getirdi. Artan işsizliğin yanı sıra hemen tüm sektörlerde ücretlerin ödenmemesi, taşeronlaşma ve örgütsüzleştirme baskıları yoğunlaşmıştı çünkü. Üstelik iktidar, krizle ortaya çıkan sosyal yıkımı önlemek bir tarafa “krizin sermaye için fırsata dönüşmesi”ni sağlayacak politikaları uygulamaya koyuyordu.

“Krizin faturasını emekçiye ödetmeyeceklerini” söyleyen sendikalar, sınıf perspektifinden uzak kriz analizleri ile mücadeleden olabildiğince uzak durdu. Ancak sınıf duyarlılığına sahip sendikaların bulunduğu kimi iş kollarında gerçekleşen direnişler sendikalar tarafından desteklenirken, tabandan gelen baskılara karşılık vermek üzere az sayıda da olsa kitlesel katılımlı eylemler düzenlendi. İşçi ve emekçilerin eylemlerinin yanı sıra 2009’da üniversite harçlarına, kentsel dönüşüme, suyun ticarileştirilmesine, barajlara ve kent içi ulaşım ücretlerine yapılan zamlara karşı da mücadeleler yürütülmüştü. Tüm bunları bir arada düşündüğümüzde 2009’un toplumsal muhalefetin hareketlendiği bir yıl olduğunu söyleyebiliriz.

2009’a kadar gücünü artırarak gelen AKP, ilk kez kitlesel ciddi bir direnişle karşılaştı. Peki bu, iktidarı ne yönde etkiledi?

2009’a kadar geçen 7 yılı aşkın sürede iktidar, uyguladığı neoliberal yapısal uyum programı çerçevesinde 4857 sayılı İş Kanunu’nu çıkartarak, çalışma rejimini güvencesiz hale getirdi; özellikle 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası başta olmak üzere sosyal hakları ortadan kaldıran birçok yasal düzenleme yaptı. Bunun yanısıra kamu işletmelerini özelleştirirken, eğitimden sağlığa kamu hizmetlerini piyasaya açtı. Yani bu dönemde tüm icraatı IMF, DB, AB gibi kapitalizmin uluslararası kurumlarının da yol göstermesiyle sermayenin çıkarları doğrultusunda emekçileri haklarını gaspetmek yönünde oldu. Ancak bu icraatları özellikle AB üyelik müzakereleri çerçevesinde, AB müktesebatına uyumu gerekçe göstererek yaptığı için sendikalar ve diğer muhalif çevrelerden önemli bir tepki almadı; hatta birçok icraatı desteklendi.

Dolayısıyla 2009’a kadar toplumdan gelen tepkiler ve yaygın bir direniş, AKP’nin alışık olduğu bir durum değildi. Bu durum karşısında, kendisine yönelen tepkileri görmezden geldi ve toplumsal muhalefete karşı baskıcı bir tutum benimsedi. Ama özellikle TEKEL Direnişi’nin Ankara’nın merkezinde Sakarya Caddesi’nde toplumun hemen her kesiminden aldığı destekle büyümesi ve ülke gündeminin birinci maddesi haline gelmesi AKP’nin ve özellikle Erdoğan’ın sinirlerini iyiden iyiye gerdi. Bu bakımdan TEKEL Direnişi’nin AKP’nin en azından emekçi kesimler üzerindeki ideolojik inandırıcılığını kaybetmeye başlayıp, devleti baskı araçlarına başvurmak zorunda bırakan ilk önemli eylem olduğunu söylemek mümkündür. TEKEL Direnişi sürecinde ve sonrasında AKP, sermayenin çıkarlarını savunmak adına emekçilere karşı uzlaşmaz, otoriter bir tavır sergiledi. Bu tavrı sürdürmeye de devam ediyor.

bu-tarihi-direnis-hala-yol-gosteriyor-961501-1.
Özgür Müftüoğlu

TEKEL Direnişi’nden sonra toplumsal hareketlilik ve muhalefet ne yönde etkilendi?

AKP’nin tüm baskıcı tutumuna rağmen TEKEL Direnişi sonrasında toplumsal hareketlilik sürdü. Bunda TEKEL Direnişi’nin yanı sıra 2008 krizinin ve AKP’nin 7-8 yıldır uyguladığı ekonomik programın toplumsal etkilerinin hissedilmeye başlamasının etkisi büyüktü. TEKEL Direnişi’ne kadar sokak ve meydan işgali, Türkiye’de fazlaca kullanılan bir eylem biçimi değildi. TEKEL Direnişi’nde bunun ne denli etkili olduğu görüldü.

Sendikaların mücadele hattını ve pratiğini nasıl değiştirdi?

TEKEL direnişi, sendikaların mücadeleden uzak, uzlaşmacı bir yaklaşımı benimsediği bir süreçte gerçekleşti. 2009’daki pek çok eylemde olduğu gibi TEKEL işçilerinin Ankara’ya eyleme gidişlerinden Türk İş Genel Merkezi önünde direnişe geçmelerine kadar tüm süreç işçilerin örgütlü oldukları Tek Gıda İş Sendikası’nı -adeta- iteklemesiyle gerçekleşti.

TEKEL işçileri, Türk-İş’in mücadeleden uzak yapısını da aşıp mücadele yönünde bir takım kararların alınmasını başardı. Ancak bunlar cuma günleri birkaç saat iş bırakmak gibi sadece göstermelik kararlardı ki Türk-İş bu göstermelik kararların dahi tam anlamıyla uygulanmasını sağla(ya)madı. Her kesimden emekçinin TEKEL Direnişi’ne gösterdiği ilgi ve üyelerinin zorlamasıyla Türk İş dışındaki konfederasyonlar da direnişe destek vermek zorunda kaldı. Ancak DİSK ve KESK başta olmak üzere sendika ve demokratik kitle örgütlerinin de TEKEL işçisinin direnişine desteği söylemden ya da destek için oturma eylemleri gibi pasif eylemliliklerden öteye geçmedi. TEKEL işçisinin kararlı duruşu sayesinde direnişin yanında görünmek zorunda kalan Türk İş ve diğer konfederasyonların samimiyetsizlikleri, direniş sırasında gerçekleşen 17 Ocak mitingi, 4 Şubat grevi ve 20 Şubat eylemlerindeki göstermelik katılımlarıyla daha da görünür oldu.

Konfederasyonlar, direnişin 70. gününde, işçilerin büyük umut beslediği ve “Genel grev, genel direniş” sloganlarıyla beklediği bir toplantı yaptı. Beklentilerin aksine, TEKEL işçisini yalnızlaştıracak bir “mücadeleden kaçış” tavrının ortaya konulduğu toplantıda; direnişin sona erdirilmesi kararlaştırılarak hükümete bir takım talepler yöneltip bunlar yerine getirilmediği takdirde 3 ay sonra genel eylemlere gidileceği belirtildi. Bu kararın ardından TEKEL işçileri bir kaç gün içinde çadırları söktü. Direniş de böylece sona ermiş oldu.

Özetle, sendikal bürokrasiye rağmen gerçekleştirilen ve siyasi iktidara teslim olmayan bir işçi direnişi, 78 gün sonra aşamadığı o sendikal bürokrasi tarafından yalnızlaştırılarak fiilen dağıtıldı. TEKEL Direnişi, küreselleşme sürecinde iyiden iyiye pasifize olmuş, sınıftan koparak bürokratikleşen sendikalara rağmen mücadele verilebileceğini gösterdi ama o köhnemiş yapıyı aşamadı. Maalesef bu köhnemiş yapı, işçi sınıfı mücadelesinin önünde bugün de aşılması gereken bir engel olarak durmakta.

Peki, direnişin kazanımları ne oldu?

Toplumsal mücadelelerin kazanımlarını bugünden yarına somutlayarak değerlendirmek mümkün değil. TEKEL Direnişi’ni de övülecek ya da yerilecek bir eylem olarak değerlendirmek yerine sınıf mücadeleleri ve diğer toplumsal hareketler için dersler çıkartılması gereken bir “vaka” olarak görmenin yerinde olacağını düşünüyorum. Bu bağlamda TEKEL Direnişi, 12 Eylül Darbesi’yle işçi sınıfının üzerine örtülen ölü toprağını atıveren ve ekmek kavgasının masa başında sermayeyle uzlaşarak değil, sokakta mücadele ederek kazanılacağını anımsatan bir eylemdir. Bu direniş sadece TEKEL işçisinin hakları değil, giderek güvencesizleştirilen, insanlık dışı çalışma koşullarına mahkûm edilen tüm Türkiye emekçilerinin hakları için gerçekleştirildi. Direnişin kırılması ise o dönemde sıkça ifade edilen “TEKEL işçisi kaybederse tüm emekçiler kaybeder” sözünü maalesef gerçek hale getirdi; milyonlarca emekçi güvencesiz, örgütsüz bir çalışma rejimine mahkûm edildi.

Bugün Türkiye, TEKEL Direnişi’nin gerçekleştiği döneme göre çok daha otoriter bir rejimle yönetilmekte. Malum rejimi inşa eden AKP’nin demokrasi maskesini ilk düşüren, gerçek yüzünü gösteren bir eylem olarak da kabul edebiliriz bu direnişi. Ülkenin demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü konusunda aradan geçen 11 yıldaki bu gerilemesinde TEKEL Direnişi’nin başarıya ulaşamamasının da etkisi olduğu muhakkak. Zira işçi sınıfı mücadelesi, demokrasi mücadelesinden ayrı tutulamaz. O halde bugün karşı karşıya olduğumuz otokrasiye karşı mücadele için TEKEL Direnişi’nden çıkarılacak önemli dersler olduğunu da unutmamak gerekir.