Orta sınıf kültüründe, mavi yakalıların hak mücadelelerinde tepkisel yaklaşmanın tarihi eskilere dayanır. 70’lerde özellikle toplu sözleşme dönemlerinde, “X işletmesinde işçi, müdürü kadar para alıyormuş” türünden yakınmalara sık rastlanırdı.

Bu ülkenin umudu nerede?

Necmettin Erbakan ölümünün 10’uncu yılında iktidarı ve muhalefetiyle “lebalep” dolu bir salonda görkemli bir törenle anıldı. Kendine özgü bir mizah tarzıyla arkasında bir sempati halesi bıraksa da; ülkedeki gericileşmede bunca vebali bulunan, çeşitli şaibelerle hatırlanan bir kimsenin CHP ve HDP tarafından böyle sitayişle anılmasını açıkçası epeyce yadırgadık. Kılıçdaroğlu ve Sancar’ın ifrata kaçan övgülerinde, kendi ifadeleriyle “demokrasi cephesi”nin en kaygan bileşeni Saadet Partisi’ni saflarda tutma gayretinin rol oynadığı söylenebilir. Aslında toplantıyı en iyi “Bugün herkes Milli Görüşçü olmuş” sözleriyle Temel Karamollaoğlu özetledi.

Ancak “Erbakan açılımı”nın bir boyutunun da solun uzanamadığı muhafazakâr yoksul kitlelerle bağ kurma çabası olduğu inkâr edilemez. Bu iletişim stratejisinin yolunun, ünlü Milli Görüş gömleğini bile giyerken Versace markasından aşağısı kurtarmayan, arkasında paylaşılamayan hatırı sayılır bir servet bırakan müteveffa lidere övgüler düzmekten mi, yoksa sade insanların hayatına değmekten mi geçtiğini sorabiliriz. Eğer cevabımız ikinciyse de, “kul hakkını yiyene oy veren harama ortak olur” benzeri dinsel referanslı ifadelere bel bağlayarak, Türk sağının mümtaz şahsiyetlerine selam durarak onların ruhlarına hitap etmeniz pek kolay olmaz.

CHP gibi merkez sol partilerin bütün dünyada şehirli, eğitimli, kozmopolit kesimlerin oylarını daha kolay alırken, “yereli, milli ve muhafazakâr değerleri” temsil iddiasındaki, büyük kentte yaşasa dahi taşra kültürünü temsil eden kitlelere ulaşmakta güçlük çektikleri bir gerçek. Bu kopuşun asli nedenlerinin başında CHP’nin de kendini organik parçası gördüğü Avrupa sosyal demokrasisinin piyasa toplumuyla arasına mesafe koyamaması, “neoliberalizme”, “kapitalist küreselleşmeye”, “finansallaşmaya” açık ve örtük destek vermesi geliyor. Temel hak ve özgürlükleri, çok kültürlülüğü savunurken, yabancı sermayeyi ürkütmemek için işçi haklarına, sosyal haklara sahip çıkmakta tereddütlü davranıldığı gözlemleniyor.

CHP’Lİ BELEDİYELERDE GREV VAR

Yukarıdaki saptamanın çok somut karşılık bulduğu en son örnek CHP’li belediyelerle emekçiler arasında yaşanan toplu pazarlık görüşmeleri oldu. Taraflar arasındaki tartışmanın ayrıntılarına girmeye gerek duymaksızın konuya 4 temel noktadan yaklaşmak olanaklı:

1-Salgın sürecinde başta elbette sağlık gelmek üzere, ulaşım, gıda üretim ve dağıtımı yanında temizlik işlerinin de yaşamımız için ne kadar hayati bir işlevi bulunduğu görüldü.

2-Çöp toplama gibi hem toplumdaki algılanışıyla hem de çalışma ortamının getirdiği hijyenik risklerle, cazibesi bulunmayan bir işi yapanların bu bedellere karşılık göreceli yüksek ücret alması doğal karşılanmalı.

3-Sendikalı işçilerin toplu sözleşmede örgütsüz emeğe göre daha ileri taleplerde bulunmaları ve kolektif mücadelenin karşılığını almaları da beklenen bir durumdur. Eğer bu ortam çoğunlukla CHP’li belediyelerde sağlanabiliyorsa bu bir tedirginlik konusu değil ancak övünç kaynağı olabilir.

4-Hiç kimsenin “ben şu kadar yıl tahsil gördüm, şu şu becerilere sahibim, aldığım para şu kadar” demesinin de bir âlemi yoktur. Tüm istatistikler emeğin üretim pastasından aldığı payın düştüğünü gösteriyor (dün açıklanan büyüme verilerinde işgücü ödemelerinin Gayrisafi Katma Değer içindeki payının 2019’da yüzde 34.8'den 2020’de yüzde 33.0'e düştüğünü TÜİK verilerinden gördük). Bazı emekçiler haklarını alabiliyorsa, emek piyasasında ücretlerin yükselmesi ve bunun tüm çalışanlara emsal olması beklenir.

Orta sınıf kültüründe, mavi yakalıların hak mücadelelerinde tepkisel yaklaşmanın tarihi eskilere dayanır. 70’lerde özellikle toplu sözleşme dönemlerinde, “X işletmesinde işçi müdürü kadar para alıyormuş”, “Şu kadar okuyacağıma bekçi olsaydım bari” türünden yakınmalara sık rastlanırdı.

Benzer bir tablo 1992 büyük şehir temizlik işçileri grevinde de sergilenmişti. O günlerde şöyle yazmışım:

“…Daha ilk günden yollara saçılıp pis kokular yayan çöpler, çok az kişiyi, aslında çöpçülerin hayati ve hijyenik riski ne kadar yüksek bir hizmet yaptıkları üzerine düşündürebildi. Bu arada Türk halkının ‘çöp dökmek’ fiilinin hakkını vererek, çöpleri sokaklara gerçekten de döktüğü görülmüş oldu…” (Yuppieler, Prensler ve Bizim Kuşak, İletişim Yayınları 1993).

Aynı dönemde gündeme gelen:

“Aldıkları zamlar enflasyonu körükleyecek, sonunda zararlı çıkan kendileri olacak” şeklindeki çarpık akıl yürütme bugünlerde ekonomi kanallarında çok parlak bir fikirmiş gibi tekrar gündeme getiriliyor.

Aslında iyi değerlendirilebilse böyle kavşak noktaları CHP belediyeleri için dar bütçe hesaplarına sıkışmak yerine, “emek dostu” parti imajını pekiştirmek için ciddi olanak sunuyor.

LİYAKAT MASUM BİR KAVRAM MI?

Alınan diplomaların, bilinen yabancı dillerin, edinilen becerilerin referans verilmesi konuyu kendiliğinden liyakat eksenine taşıyor. Bugün Türkiye’de bu tartışmanın gündeme gelmesi çok önemlidir. Çünkü başta kamu görevleri, giderek medyadaki, özel sektördeki üst düzey pozisyonlar liyakat kriterlerine hiç uyulmaksızın tarikat-cemaat-Cumhur İttifakı’na mensubiyet üzerinden paylaştırılıyor.

Liyakat derken “layık olma” kavramı üzerinden bir işi yapacak bilgi, deneyim ve donanıma sahip olmayı anlıyoruz. Özellikle eğitimli şehirli kesimlerin AKP rejimine itirazında, hatta Gezi İsyanı’nın ivme kazanmasında yaşam tarzına sahip çıkma motivasyonu gibi, liyakatin hiçe sayılmasına tepkinin de önemli rolü var. Ebeveynler onca özveriyle yetiştirdikleri çocuklarının önündeki kapıların birer birer kapandığını görüyorlar. Gençlerin yurtdışına kapağı atmaktan başka çare görememeleri de onları iyice içlendiriyor.

Gelgelelim liyakat aslında göründüğü kadar masum bir kavram değil. Artık feodal, aristokratik mirastan söz edilemiyorsa da, özellikle eğitim başarısında ailenin gelir durumu, önceki kuşağın eğitim düzeyi yani kalıtsal etmenler büyük rol oynuyor. Kamusal eğitim sistemleri hemen hemen tüm dünyada piyasa mantığına yenik düşerken liyakatin sınıfsal karakteri giderek belirginleşiyor.

Ahlak felsefecisi Michael Sandel “Liyakatin Zorbalığı ” (Tyranny of Merit) başlıklı son kitabında “kazananlar-kaybedenler, yükselenler-irtifa kaybedenler” ikilemini doğuran bu konuyu işliyor. İyi okulları bitirenlerin önünde fırsat kapılarının açılması, daha yüksek gelir ve çalışma koşullarına erişmesi, bu olanakların uzağında kalanlarda büyük bir burukluk duygusuna neden oluyor. Sağ popülizmin yükselişinden gözlemlediğimiz gibi tepkilerini zor da olsa o rekabet ortamından sıyrılabilenlere yabancılara, azınlıklara yöneltebiliyorlar. “Daha çok çalışanın, daha başarılının, daha zekinin bunun meyvesini topladığı” anlatısı sadece ciddi gelir ve servet uçurumları yaratmıyor, liyakate sahip kimselerde kibre, ben bilirim havasına da neden oluyor. Toplumda bir bilgi hiyerarşisi ortaya çıkarken, altta kalanların kendine güvenlerini, giderek saygılarını yitirmelerine de yol açabiliyor.

Sandel’e göre sadece fırsat eşitliği yaratma, başarı için koşulları eşitlemekle yetinemeyiz. Daha çalışkan, daha parlak, daha üretken kimselerin bu vasıflarının toplumdan bir hiyerarşi doğurmasına da itiraz etmemiz gerekir. Sandel adilane bir yaklaşımda kilit kavramın “emeğin onuru” olduğunu düşünüyor.

Solun, sosyalistlerin bu konuları daha derinlemesine düşünmesi, tartışması gereğini vurguladıktan sonra bu bağlamda Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanan sürece bir göz atabiliriz.

DİRENİŞ VE TEVAZU

Boğaziçi’nde dışarıdan rektör atamasına itirazlar “etik, liyakat, meşruiyet, teamül” kavramları üzerinden yükseliyor. Kayyum rektör diye adlandırılan kişinin tezlerinde bilimsel etik kuralları çiğneyerek intihal yaptığı; akademik kalibresinin Boğaziçi rektörlüğüne yetmediği; üniversite dışından bir profesörün rektörlüğe atanmasının “kanuni” olsa dahi başkanlık sisteminin bir cilvesi olduğu; en son olarak da Boğaziçi’nin rektörlerinin seçimle belirlenmesi, en çok oy alan dışında adayların başvurularını çekmesi teamülüne aykırı düştüğü haklı gerekçeleri sıralanıyor.

Gerçekten de Boğaziçili öğrenciler üniversite giriş sınavında başarı göstermiş gençlerdir. Öğretim kadrosu da üniversitenin akademik performansa öncelik veren sıkı kriterlerini karşılamış kişilerden oluşur. Üniversitenin idari personeli, öğretim elemanları ve öğrencileri okulun yerleşik kurumsal kültürüne sahip çıkarak bu keyfi atamaya karşı ortak bir refleks verebilmişlerdir. Zaten köklü bir akademik ve demokratik geleneği bulunan böyle kurumsal yapılar birtakım gericiler tarafından “ODTÜ, Boğaziçi, Bilkent yıkılmalıdır” sözleriyle hedef tahtasına konmuştu.

Boğaziçi’nin kapısını açacak puanı tutturabilmek için gerçekten çok disiplinli bir çalışma gerekir. Parasını karşılayabilenler, yurtdışında ya da vakıf üniversitesinde eğitim olanağı bulduğu için çoğunlukla bu kadar sıkı çalışma zahmetine, sınav stresine katlanmazlar. Orta sınıf ailelerin, uygun çalışma ortamı hazırlanabilen çocuklarının harcıdır Boğaziçi, ODTÜ, İTÜ benzeri okullar. Diploma alınınca da fırsat kapıları açılır. Yazar Taçlı Yazıcıoğlu’nun Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ından esinlenerek kullandığı ifadeyle “tutunabilenlerdir” onlar…

Boğaziçi öğrencileri haklı direnişlerinde sadece akademik başarılarına yaslansalar, okudukları üniversitenin ne kadar ayrıcalıklı bir yer olduğu vurgusuna hapsolsalar büyük bir tuzağa düşmekten kurtulamazlardı. Onlar bu tuzağa asla düşmediler, yine Sandel’in anahtar kelimelerinden biriyle, tevazuu asla elden bırakmadılar. Kendilerine yaşatılmak istenen kâbusun bu ülkede süregelen çarpık uygulamaların bir yansıması olduğunu, geçmişte yaşanan acılara ve haksızlıklara duyarsız kalmadıklarını akıldan çıkarmadılar. Bu yaklaşım Boğaziçililerin Erdoğan’a yazdıkları mektupta var:

“İstifanız talebine gelince, biz sizi bu mesele nedeniyle istifaya çağırmayız. NİYE Mİ? Siz istifa edecek olsanız, Hrant Dink katledildiğinde istifa ederdiniz! Soma’da 301 madenci katledildiğinde istifa ederdiniz! Çorlu’daki tren kazasından sonra istifa ederdiniz! Başka KHK’lar olmak üzere, işsiz bıraktığınız ya da iş bulamayan binlerce yurttaşın geçim derdini görüp istifa ederdiniz! O zaman halkı yoksulluğa mahkûm eden ekonomi politikalarınız içinden çıkılmaz hale gelince damadınızı kurban etmek yerine sorumluluğu üstlenirdiniz.”

Özetle, daha yaşanabilir bir ülke istiyorsak; demokrasiyi, insan haklarını, sosyal hakları, emek haklarını, ezilen dışlanan kesimlerin kimlik ve tanınma taleplerinin hayata geçmesini dert ediyorsak; umudumuz sağ kültürün dümen suyuna girmekte değil, haklarını arayan örgütlü işçilerde, üniversitesine sahip çıkan öğrencilerdedir.