Tanrılar tarafından cezalandırılan Sisifos’un tek uğraşı tüm gün devasa bir kayayı bir dağın tepesine taşımaktır; ancak tam tepeye ulaşacağı an tanrılar bir fiskeyle kayayı aşağı yuvarlarlar ve bu her gün tekrarlanır. Sisifos’un cezası, asla sonuca ulaşmayacak bir şeyi her gün yeniden yapmaya mecbur olmaktır, Sisifos’un laneti tekrardır. İşte biz de adeta her gün bir kayayı […]

Tanrılar tarafından cezalandırılan Sisifos’un tek uğraşı tüm gün devasa bir kayayı bir dağın tepesine taşımaktır; ancak tam tepeye ulaşacağı an tanrılar bir fiskeyle kayayı aşağı yuvarlarlar ve bu her gün tekrarlanır. Sisifos’un cezası, asla sonuca ulaşmayacak bir şeyi her gün yeniden yapmaya mecbur olmaktır, Sisifos’un laneti tekrardır.

İşte biz de adeta her gün bir kayayı -hakikati- o tepeye taşımaya çalışıyoruz ve tam da başardığımızı sandığımız anda bir fiskeyle, üstelik “bizden” dediklerimizin fiskesiyle, kayanın aşağı doğru yuvarlandığını görüyoruz. Bu ertesi gün tekrarlanıyor ve sonra tekrar, tekrar…

Bakın çok basit, bugün karşımızda duran hakikat şu: Türkiye’de yeni bir rejim kurulmuş durumda ve bu rejimin merkezinde tek bir kişi var. Tek adamın gücü, kudreti, her şeyi görmesi, her şeyi bilmesi, her istediğini yapabilmesi ve hikmetinden sual olunamaması üzerine kurulmuş bir rejim bu.

Eğer hakikat buysa, muhalefetin kerteriz noktasının doğal olarak burası olması, söylediklerinin ve yaptıklarının esas belirleyeninin burası olması gerekiyor değil mi? Hakikatten yola çıkmaktan bahsediyorum yani.

O hakikatten yola çıkıldığında durum gayet sadeleşiyor ve netleşiyor çünkü. Şöyle ki, herhangi bir muhalif özne, aktör, parti, örgüt, kişi, bir şey söylerken ya da yaparken, örneğin bir ziyarette bulunurken, konser verirken, röportaj yaparken, yazıp çizerken, öncelikle ve varoluşsal bir ilke olarak şunu düşünecek: “Yaptığım şey bu rejimi meşrulaştırıyor mu meşrulaştırmıyor mu, güçlendiriyor mu güçlendirmiyor mu?”

Dediğim gibi çok basit aslında ama Sisifos’un laneti burada başlıyor. Her gün, her saat yeni baştan hakikati ve hakikatten kaynaklanan bu en temel soruyu “bizden” dediklerimize -elbette ki bir sürü başka şeyle birlikte- bir kez daha ve sonra bir kez daha hatırlatmak zorunda kalıyoruz.

Örnek mi? Ana muhalefet partisinin İstanbul belediye başkan adayı, bu soruyu sormadığı, daha doğrusu umursamadığı için sarayı ziyaret ediyor ve biz kayayı yukarı taşımaya, yani bunun tam da sarayın meşruluğuna hizmet anlamına geldiğini anlatmaya başlıyoruz. Ancak tam tepeye varmışken, aslında muhalifliklerinin birincil motive edici unsuru saray olan çok geniş bir toplam, son derece şaşırtıcı bir biçimde bu ziyareti savunmaya, gerekçelendirmeye başlıyor. “Kutuplaştırma siyasetinin panzehri” diyenler mi, “oyun bozuyor” diyenler mi, mutlaka bir gerekçe bulunuyor ve her bir gerekçe, hakikat adlı kayaya vurulan bir fiskeye dönüşüyor. Ve evet kaya aşağı doğru yuvarlanıyor.

Örnek mi? Fazıl Say ve şu malum konser. Hakikat belki artık Say’ın umurunda olmayabilir ama “Cumhurbaşkanını ayağına getirtti”den tutun da “Erdoğan sanata teslim oldu”ya kadar akla mantığa sığmayacak yüzlerce gerekçe muhalif saflarda havada uçuşuyor. Toplumsal kutuplaşmanın gerisinde haklı olarak sarayı görenler, yine şaşırtıcı bir biçimde, tek bir konsere bakıp, toplumsal uzlaşma, normalleşme, değişim hayalleri görmeye başlıyor. Ve evet kaya bir kez daha yuvarlanmaya başlıyor.

Biz o kayayı o tepeye taşımaya devam ederiz de, insan sahiden merak ediyor, “muhalif” bildiklerimizin yapıp ettiklerine gerekçe bulmada, hoş görmede, anlayışla karşılamada çıta tam olarak nereye konulmuş durumda, mesela ne yapılırsa “yeter” denecek, “yok artık” denecek, sınır neresi?

Bingöl’lerin, Gencebay’ların çiğ yandaşlığını görmek ve buna kızmak kolay tamam da, o çıtanın artık rejimin mahiyetini anlamaya ve tam da buradan hareketle yukarıda sorduğumuz soruya, yani “bu yapılan neye, kime hizmet ediyor” sadeliğine yerleştirilmesi gerekmiyor mu?