Uzun zaman, geceleri erkenden yattım.” Lâkin benim geceleri erkenden yatışımın sebebi Proust’un Kayıp Zamanın İzinde isimli yedi ciltlik şaheserinin başlangıç cümlesindeki kadar edebi değil, annemin çocukluğumdaki sıkı uyku saati uygulamasıydı. Bunun sonucu, önceki akşam televizyonda yayınlanan film veya programları izleyememek ve ertesi gün okulda onlarla ilgili konuşmaların dışında kalmak olurdu. İnternet öncesi çağda geçen bir çocukluk için bence önemli bir travma. Çünkü bugünden bakınca o zamanlar televizyonda akşam kuşağında yayınlanan programlarla ilgili dravdan bir eleştirel tutum geliştirdiğimi fark ediyorum. Ben buradan ilkin kendi çocuğumu popüler olandan uzak tutmanın her zaman iyilik olmayacağı dersiyle çıktım ama bugünkü ortama bakınca başka bir şey daha görüyorum.

Survivor’ın yeni sezonun tanıtımlarını izlerken aklıma geldi. Acaba, Survivor gibi programları sadece önemli şeyleri gözden kaçırmak için “halkı oyalama” enstrümanı olarak görerek neleri kaçırıyoruz? “Medya yakınlaşması çağı”nda buradan gazetecilik için bir ekmek çıkar mı? Bu hafta Köşe Vuruşu’nun konusu bu.

Sürpriz bozan etkisi

Henry Jenkins “Cesur Yeni Medya – Teknolojiler ve Hayran Kültürü” (İletişim Yayınları-2016) ismiyle çevrilen kitabında, Survivor yarışmasını yapımcılarla izleyiciler arasında oynanan dev bir kedi fare oyununa benzetiyor ve sözü edilmesi, parçalara ayrılması, tartışılması, hakkında tahmin yürütülmesi ve eleştirilmesi için yaratılmıştır tespitini yapıyor. Bunların içerisinde en büyük payeyi de Türkçeye son zamanlarda “sürprizbozmak” diye çevrilen “spoil etme” etkisine veriyor. İzleyicilerin bir sonraki bölümde neler olacağını tahmin etme, spekülasyon yapma istekleri bir kolektif zekâ, bir bilgi topluluğu oluşturuyor ve bu durum, Survivor’ı tekrar tekrar izlenir yapıyor. Survivor’a dudak büküyorsak, benzer bir durum Matrix filmindeki şifreleri çözmeye, anlamaya çalışırken de, Star Wars etrafında oluşan hayran kültürü için de geçerli. Tümünün ortak başarısı, izleyicinin sürece dahil olduğu yeni bir topluluk oluşturmasında saklı.

Muhalefetin imalatı

Jenkins adını andığımız kitapta Stephen Duncombe’ye atıfla yeni bir perspektiften de söz ediyor. Diyor ki, popüler eğlenceyi iktidarların “kamu dikkatini dağıtma silahları” olarak gördüğümüz refleks eleştirinin ötesine geçmeliyiz. Buradan yola çıkarak “muhalefetin imalatı” için yeni stratejiler geliştirme gerekliliğine vurgu yapıyor. Artık muhalefetin vaat ettiği düşlerin bir takım sol medya guruları tarafından, “izle, tüket ve inan” şeklinde yukarıdan bırakılamayacağını belirtiyor. Günümüzde muhalefetin imalatı için yalnız insanlar onları yaratmaya yardımcı olduklarında işleyecek gösterilere (Tıpkı Survivor’ın, Matrix’in, Star Wars’ın hayran kültürü gibi) ihtiyaç olduğuna dikkat çekiyor. Duncombe’den yapılan bu alıntının en vurucu ve ilham verici cümlesiyse şu: “Bizim yarattığımız gösteriler gerçeğin ve doğrunun üzerini örtmeyecek; bunları sergileyecek ve güçlendirecektir.”

Bağımsız kalabilmek için…

Muhalif gazetecilik diye bir şeye asla inanmadığımı vurgulayarak gazetecilik tanımının içindeki ‘doğal muhalif’ pozisyona dikkat çekmek isterim. Çünkü hakikati söylemek insanlık tarihinde genellikle muhalefet olarak görülmüştür. Burada dikkat çekmek istediğimse, “her kesimden insanın üzerine tartışacağı bağımsız gazeteciliği nasıl yaratabiliriz?” sorusunun alt kırılımları. Önceki iki yazıyı okuyanlar bilir, “yankı odamızdan nasıl çıkarız?” sorusuna cevap arıyorduk. Bu sorunun tek bir cevabı yok. Her bir doğru cevabıysa bağımsız gazeteciliği sürdürülebilir bir gelir modeline dönüştürmek için ipucu olacak. Ezcümle; insanların tahmin etmekte zorlanacağı ve tahmin edebilirlerse de kendilerini iyi hissedeceği bir gazeteciliğe ihtiyaç var. Çünkü akıştaki (timeline) her şey rakip. Örneğin; ezici çoğunluğun bu yazının konusunu merak etmediğini biliyor ama konsept olarak meraklısına yazıyorum. Ancak “bağımsız gazeteciliğin” öyle bir lüksü yok. Bilakis bu bilgiyle yola çıkıp, meraklandırıcı hale gelmek zorunda. Bunun için düşünmek belki de uzun zaman geceleri erkenden yatmamak gerekecek. Baskı dönemlerinin yaratıcılığı teşvik ettiğini unutmayarak…