Yazıya özürle başlamam gerekecek; zira yaygın siyasetçi tiplemesi için bir metafor olarak seçtiğim “büfe” sıfatı, ekmek parası için o hücrede ömür tüketen erkek ve kadın arkadaşları fazlasıyla üzebilir. Kendilerinden özür dileyerek meramımı anlatmaya başlayayım.

Uzun neoliberal zamanlarda birçok şey gibi, ana akım siyasetteki ortalama siyasetçi tipi de değişti: Geleneksel olanda siyasetçi dediğin güç ilişkisine dâhil olur, nüfuz alanı oluşturarak yüksek statü elde etmeyi amaçlardı. Paraya para katmak, ticaretin işiydi.

Şimdiki iktidarın referans isimlerinden Adnan Menderes’in “serbest hayata atılmak istiyorum” diyen oğlu Yüksel Menderes’e verdiği cevap bilinir: “Oğlum, ben siyasette ve devlet hizmetinde bulunduğum sürece senin serbest hayat diye bir düşüncen olmasın; ticaret yapamazsın”. Öğüdün devamını merak edenler Hasan Pulur’un Milliyet gazetesinde 4 Nisan 2007 tarihli “Başbakanlar ve oğulları” başlıklı yazısına bakabilirler.

***

Adnan Menderes için ticaret burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin siyasal temsilini üstlenmek ile doğrudan sermaye sahibi gibi davranmak kategorik olarak ayrı tercihlerdi; birini seçtiğinde aynı anda diğerini sürdürmek olası değildi. Bu tutum, sağ-sol kanat ayrımı yapmaksızın Modern zamanların parlamenter rejimlerinde ana akım politikacıların ortalama karakteri idi. Aksi, ulus egemenliğine dayalı parlamenter rejimlerin işleyişi ile çelişirdi; zira sermaye fraksiyonlarının özel çıkarlarını ulusun genel çıkarı mertebesine yükselterek temsil etmek, ancak bu karakterdeki politik aktörlerce mümkün olabilirdi. Parlamenter rejimin toplumsal meşruiyet devşirmesi ancak bu rol kalıbındaki siyasetçi ile sağlanabilirdi.

“Büfe siyasetçisine” gelecek olursak… Her ne kadar yerli bir niteleme de olsa evrensel bir olguya göndermede bulunduğunu belirtmeliyim. Özallı yıllarla birlikte, “Belediyeden büfe yeri kapmak için siyaset yapmak”, normalleşmişti. Bu olguyu soyutlarsak, siyasetçinin varlık motifi, şu ya da bu entitenin temsil işlevi değil, doğrudan kendi şahsi çıkarı haline dönüşmüştü. Bu dönüşüm, 12 Eylül askeri darbesinin ana akım siyasi partileri dağıtan ve parlamentoyu güçten düşüren etkilerinin ardından yaşandı.

Parlamentoların egemenliğin temsili ikametgahı olmaktan çıkarak güçten düşmesi ve işlevsizleşmesi ile ana akım politikacı tipinin, sermaye sınıfının temsilinden bizzat sermayedara dönüşmesi arasındaki güçlü korelasyon dikkat çekicidir. Dolayısıyla ana akım siyasetçideki karakter aşınması, parlamentodaki güç aşınmasıyla iç içe yaşanmıştır. Öncelikle egemenlik, tahayyül edilmiş bir varlık olarak ulusun elinden kaymış, böylece parlamentolar, temsil işlevleri bakımından etkisizleşmiş, ülkenin sevk ve idaresindeki güçleri kaybolan parlamenter bakımından ise şahsi ayrıcalıklar peşinde koşmak normalleşmiştir.

***

Sözü edilen siyasetçi tipinin edindiği servetin eriştiği seviye bakımından “büfe” nitelemesi pek masum gelebilir. “Ne büfe yeri, memleketi götürüyorlar”, denebilir. Ancak bu haklı itirazlar, “büfe siyasetçisi” tiplemesindeki nicel değişimi gösterir; nitelik bakımından, ya da siyasetçi karakteri bakımından, “büfe” ile “yatlar-katlar-filolar, milyar dolarlar” arasında seviye farklılaşması mevcut değildir.

Türkiye’nin mevcut siyasi ortamında, “büfe siyasetçisi” rol kalıbı içinden gelen parlamenterler ile köklü siyasi dönüşümleri sırtlamak nasıl mümkün olacak? Sanırım ana muhalefet liderinin kafasını en çok meşgul eden sorunlardan biri de budur. Kılıçdaroğlu’nun her fırsatta sözünü ettiği “siyasi etik yasası”, sözü edilen tipolojiyi parlamentodan uzaklaştırır mı? Sünnet düğününden cenaze törenine arzı endam eyleyişini bir tür seçim yatırım gibi gören siyasetçi profilini belki geriletir, ama “büfe siyasetçisindeki” ana dönüşüm için fazlası gerekir.

Büyük açmazların, zorlu koşulların ve köklü dönüşümlerin içinde, zamanın ruhu, kaderini halkının kaderiyle birleştirmiş devrimcileri çağırıyor. Biline ki, bu birikim, bu topraklarda mevcuttur.