Ben sinemada şirk yasağına uymaya özen gösterilmesini anlayamıyorum. İnsan yüzü benim için yeterince kutsal, dünyevi olandan uzaklaştıran bir sinemayla ilgilenmiyorum

Buğday: Ekmek mi, inanç mı?

Buğday filmini çok sıkıcı buldum. Oyunculukları beğenmedim. Bazı planlar güzeldi ama bunun ötesinde dindışı hayata dair anlamlı hiçbir şey söylemeyen, insani ve insancıl olmayan bir filmdi. Ayrıca filmin doğada, evrende her şeyde bulunan hayali M parçacığına dair iddiası da mantıksızdı. Bilimi karşısına alan ve onun yerine inancı koyan yönetmenin hayata, insana dair bir şey söylemek ya da seyircisini sıkmamak gibi bir derdi var mıydı?

Müslümanlığın hayatın her anında yaşanması gerektiğine inanan Kaplanoğlu çeşitli söyleşilerde (başta Yeni Şafak olmak üzere) şunları söylemiş:

“ Sinema, Dreyer, Bresson, Bergman ve Tarkovski sayesinde seküler dışı bir sanat olma özelliği de kazanmıştır ve bu yol ustalarımın izinde benim de yolumdur. Tarkovski, Dostoyevski, Bergman, Bunuel, Bresson, Ozu, Dreyer, Kiarostami gibi majör ustaların ortak noktaları inanç/hakikat/yerlilik merkezlidir.”

“Ben sinemanın tamamen manevi bir yönü olduğunu ve maneviyatın olmadığı bir sinemanın da faydasız ilim gibi bir şey olduğunu düşünüyorum.”

“Manevi gerçekçilik diye bir kavram oluştu benim kafamda. Ama sadece rüyalara ve maneviyata dönük bir alan gerçeklik duygusunu barındırmaktan kopabilir. Bir fantazya hâline gelip insana değmeyebilir. Bunun için onu gerçeğe dokundurmamız gerekiyor.”

“Bir Müslüman, sinemanın imkânlarını nasıl kullanmalıdır?”

“Dini camiye kapatmadığımız gibi sanatı da seküler bir hayata kodlayamayız. Bunların hepsi bir. Müslüman, bu birliği hayatın her alanında ispata mecburdur. Bunlar filmde olur, bu olmaz diyemeyiz. Sanat da sonuçta ilahi bir şeydir. Sanat, Allah’ın kelimesini sezdirmekle mükelleftir.”

Mükellef sözcüğünün anlamını belki bilmeyen genç okurlar vardır. Mükellef yükümlü demek. Yani sanat Allah’ın kelimesini sezdirmek zorundadır diyor Kaplanoğlu. İnsana dair bir sanatla, insana dair bir zamanla/tarihle filan ilgilenmiyor. Sanat, bunları değil, İslam’ı anlatmakla yükümlü Kaplanoğlu’na göre. İnsana dair olmayan bir sinema da beni ilgilendirmiyor açıkçası. Gerçekle ilgisi onu bir kamuflaj olarak kullanmaktan ibaret bir sinema bana itici geliyor. Gerçeğe dokunmanın nedeni rüyalara ve maneviyata dair bir söylemin fantazya haline gelme tehlikesi. Yoksa başka bir nedeni yok. Bu arada rüyaların da yaşadığımız korkularla, sevinçlerle, bilinçdışıyla değil gaiple, bilinmezle ilişkisi olduğunu savlıyor olsa gerek. Bu görüş de bilimdışı.

Sibel Danende (bildiğim kadarıyla) henüz yayımlanmamış ve benim bu yazıdaki alıntıları alıntıladığım incelemesinde, Kaplanoğlu sinemasındaki “İslamı öykü olmaktan çıkarıp forma yediren; öykünün değil formun İslamlaştırılması için devreye alınan ve doğrudan bilinçaltını hedefleyen(...) 8 temel alet”i saptıyor: “Yersizlik, Zamansızlık, Kesintisiz Plan, Kadrajın Dışı, Hipnotik Doğa, Fülu Dünya, Yavaşlık, Sıkıcılık.”

Kaplanoğlu’nun bildiğimiz anlamıyla tarihle ilgilenmediği ya da tarihseli değil zamansızlığı anlatmayı hedeflediği şu sözlerde görülebilir:

“Ben işte sinemada bu zaman duygusu üzerine düşünüyorum. Süleymaniye Camii’nde süregelen bir zaman algısı vardır mesela. Durmadan tekrarlanan, kült bir şekilde duran ve içinde de oylumları olan bir zaman duygusudur o. Bence Süleymaniye’deki zaman algısı, içine girdiğimizde zamanın içinden çalmayan; aksine bizi zamanın içine sokan o algı, sinemada da oluşması gereken bir duygu.”

“Tarihsellik bizi ‘insan icadı’ bir çerçeveye yerleştiriyor; bu belâlı bir şey. Sonuçta bir insan hep şimdiki zamanda değil midir zaten? Çocukluğumuz da gençliğimiz de yazılmış kaderimize, geleceğimiz, rüyalar, hatıralar da bizim içimizde..”

“...Bu evrende her şey, mekânlar, nesneler, kıyafetler veya renkler bir zamansızlık hissi yaratmak üzere biçimlendirilmiştir.”

“Özellikle sıkıyorum. Zamanın ve en önemlisi ölümün hissedilmesini önemsiyorum. Bu da sıkıntıyla mümkün.”

Ben sinemada sıkılmayı sevmiyorum. O zaman Kaplanoğlu filmlerine niye gideyim? Tarihsel olanı insan icadı diye belâlı bulan, kaderci ve bilimdışı bu hayat anlayışını son derece belâlı buluyorum. Kaplanoğlu sinemasını nasıl seveyim?

“Suretle, yani şirkle ilgili meseleler önemli burada. Şirk yasağını düşünmeden kamerayı bir insanın yüzüne doğrultamazsın. Bizi dünyevi değil manevi olana yaklaştıracak bir sinema tekniği, bir kadraj nasıl kurabilirim diye düşünüyorum ben burada. Bunu hikâyeyle değil, kameranın yeriyle, planla kuruyorum tabii .”

Ben şirk yasağına uymaya özen gösterilmesini anlamıyorum. İnsan yüzü benim için yeterince kutsal, beni dünyevi olandan uzaklaştıran bir sinemayla ilgilenmiyorum.

“Filmin asal özelliği izleyicinin algı biçimlerini dönüştürmesine yönelik bilinçli bir tasarıma sahip olmasıdır.”

Algı biçimlerini değiştirmeye çalışmaya hakkı var elbette Kaplanoğlu’nun. Ama ben Kaplanoğlu’nun algı biçimini değiştirmeyi tercih ederim. Çünkü kendi dünya görüşümden memnunum ve onun dünya görüşüne karşıyım.

“Buğday’da dendiği gibi ölümden sonra göreceğimiz dünyanın asıl olduğuna, bir rüyada yaşadığımıza inanmıyorum. Bu ölüm seviciliğine anlam veremiyorum. Ölünce uyanacağına inananlar neden intihar etmiyorlar? Uyku hali, rüya hali asıl hayattan daha mı tatlı? Öyle olmaması gerekmez mi?

Filmde evrendeki her şeyde bulunduğu varsayılan M maddesinin, genetiği değiştirilmiş ürünlerde bulunmamasını son derece saçma buluyorum. Eğer tanrı maddeciği olan M her şeyde varsa, bu şeylerin birbirleriyle karıştırılmasıyla, birinden alınan bir genin bir başkasına konulmasıyla yok olamaz. Her şey tanrının nefesini içeriyorsa ancak tanrının nefesini içermeyen şeylerde M maddeciği olmaz. Öyle bir şey de filmin ya da dinin mantığı içinde olamaz. İçinde tanrı maddeciği olan insanın, içinde tanrı maddeciği olan tohumlarla yaptığı deneylerden ancak içinde tanrı maddeciği olan başka tohumlar türetilir. Bu tohumların kısır olması ise zaten üreticinin hedeflediği bir şey. Kötü bir yan etki değil. Bu politik ve ekonomik suçu, kapitalistlerin değil de onun hizmetindeki bilimin suçu gibi göstermek, gerçeği bulandırmaktan başka bir şey değil.

Ama en çok filmde bilge bir kişi olarak gösterilen, Cemil’in bir çocuğu boğmakla suçlanması karşısında omuz silkmesine isyan ediyorum. Film bu cinayetin rüya olabileceğine kapıyı aralık bırakıyor ama cinayeti gerçekmiş gibi de gösteriyor. Bu çocuk katli gerçekse bu gerçekle nasıl yaşanır? Filmin bir çocuğun katlini nihayetinde önemsemeyen kahramanlarına saygı duymuyorum, saygı duymamı isteyen yönetmene kızıyorum. Bana İslam adına cinayet işleyen köktendinci katilleri hatırlatıyor o sözde bilge kişiler. Sonuçta ne kadar öbür dünyadan söz etseniz de bu dünyadan ve politik olmaktan kaçılmıyor. Kaplanoğlu’nun sineması da politik bir sinema, AKP ve Erdoğan ile çelişkisi olmayan bir sinema. Bu sadece filmin galasının Saray’da yapılmasıyla alakalı değil. Seyircinin algısını gerçek sorunlardan uzaklaştırıp dine yönlendirmekle alakalı. Erdoğan da Kaplanoğlu da bunu yapıyor. Size ekmek değil, inanç lazım diyor ikisi de. Ekmeği kimlerin yediği ise her geçen gün daha da açığa çıkıyor.

Not: Sibel Danende’ye yol gösteren yazısı için çok teşekkürler.