Peygamberler Tanrı’yı görseler lal olur, hiçbir şey söyleyemezlerdi. İşte biz öyle olduk artık, tıkabasa dolduk taşıyamayacağımız kadar ağır gerçeklikle

Bugün hiçbir şey görmedim

ONUR BEHRAMOĞLU

Kimi Batı dillerinde ‘din’ anlamındaki ‘religion’ sözcüğü Latince ‘religio’dan gelir. Köken bilimi sözlüklerinde, religio sözcüğünün türediği re-ligare fiilinin ‘birleştirmek, bağ kurmak, insanın Tanrı ile irtibatı’ gibi anlamları olduğu yazılıdır. Bizdeki ‘din’ sözcüğü ise, ‘inanç ve ibadet kuralları sistemi’ demek. Yüceliklerle bir olup karıncaya ulu nazarla bakmanın, deryada damla-damlada derya olmanın yerini kurallar, sistemler aldığında ölüyor insan. “Küfr ile iman dahi / Hicâbimiş bu yolda / Safalaştık küfr ile / İman yağmaya verdik” ne demektir, anlayamadan ölüyor.

Hadi yaşlı başlı adamlar katılaşmış fikirleri, taşlaşmış inançlarıyla yaşayan ölülere dönüyorlar da, on sekiz yaşındaki çocukları şehitlik nutuklarıyla ölüme göndermelerine biz nasıl sessiz kalabiliyoruz? Nâzım’ı okumadığımızdan mı, “On sekiz yaşında yürek bir sapan taşı gibi fırlatılır / ve kafamız omuzlarımızın üstünde değil, / nerelerde, nerdedir? / On sekiz yaşında hatırasız yatılır, / on sekiz yaşında pırıltılar ilerdedir: / bir yanı deniz derya / bir yanı yemyeşil ormanlık, / bir yanı gayya kuyusu / bir yanı bizimle başlayan dünya, / bir yanı günlük güneşlik / bir yanı rüya, / bir yanında sırt üstü yat, yıldızlara bak, / bir yanı dümdüz göz alabildiğine koş, / bir yanı tozluk dumanlık / bir yanı bomboş, / habbeler kubbedir, pireler deve / bire bin katılır, / on sekiz yaşında hatıralar düşünülmez / anlatılır” dizelerinin Nâzım’ını? Kendi on sekiz yaşımızı unuttuğumuzdan mı? Kibrimiz, ahmaklığımız, ahlaksızlığımızdan mı yoksa?

Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Andrey Gennadiyeviç Karlov, dinciliğe esir düşmüş bir Türk polisi, “Allahuekber” diyerek parmak sallayan bir mezcup tarafından sırtından vurularak öldürüldü. Aynı saatlerde, ülkesinin devlet başkanı Putin, İran elçisiyken Tahran’daki bir ayaklanmada öldürülen Griboyedov’un bir oyununa gitmeye hazırlanmaktaydı. ‘Zaten Herkes Bir Denizdir Doğuştan’da söz etmiştim Aleksandr Sergeyeviç Griboyedov’dan, Puşkin cümleleri eşliğinde hatırlatayım:
“Griboyedov’la 1817’de tanışmıştım. Melankolik karakteri, öfkeli zekâsı, iyi yürekliliği, insanlığın kaçınılmaz yoldaşları olan zayıf yanları ve kusurlarıyla, olağanüstü çekicilikte bir kişiliği vardı. Tutkulu, aynı ölçüde de yetenekli bir insandı. Fakat uzun bir süre küçük dertlerin ve bir belirsizliğin pençesinde kıvrandı. Devlet adamlığı yeteneğinden yararlanılmadı. Şairlik yeteneği kabul edilmedi. Değerini anlayan sadece birkaç dostuydu. Onlar da bir toplulukta Griboyedov’un yeteneklerinden söz ettiklerinde; herkesin yüzünde bir güvensizlik gülümsemesi, o aptalca, o dayanılmaz gülümseyiş belirirdi. İnsanlar ün karşısında eğilirler sadece. İçlerinde herhangi bir atış bölüğüne kumanda etmemiş ikinci bir Napolyon ya da ‘Moskova Telgraf’ta tek satır yayımlamamış ikinci bir Descartes bulunabileceğini kabul etmezler. Bizdeki bu ün tapınmacılığının nedeni bencilliğimizdir belki de. Ün karşısında eğilmekle, biz de ona bir katkıda bulunmuş oluruz.

Griboyedov’u kalleş bir kavga ortasında yakalayan ölümün, korkunç ya da üzücü bir yanı yok bence. Ansızın ve çok güzel bir biçimde geldi çünkü.”

Karlov’a ise ölüm, ansızın değil göz göre göre ve insanı kahrından yerin dibine sokacak bir alçaklıklar silsilesi sonunda geldi. Hemen ertesinde IŞİD zebanilerinin katlettiği güzelim gençlerimize, yiğit askerlerimize geldiği gibi. Bizler de, ne Griboyedov ne Puşkin bilen bir milletin evladı olarak hayatında tiyatroya gitmemiş, kitap okumamış cahilleri vekil filan seçtiğimiz için çocuklarımızın kanına girdiğimizi anlayamadan öldük, sadece farkında değiliz.

Sabahattin Eyuboğlu’nun denemelerinde okumuştum - aramayın, bulamazsınız, piyasa işi paçavralar işgal etti kitapçıları - şöyle: Köyün birinde bir adam varmış. Her akşam köylüler toplanır, “Hadi, anlat bakalım, bugün neler gördün?” derler, o da anlatırmış: “Ormanda kır tanrısı gördüm, çevresinde orman perileri dans ediyordu. Üç deniz kızı gördüm, altın bir tarakla saçlarını tarıyorlardı.” Ve herkes bu güzel şeyler anlatan adamı çok severmiş. Bir sabah adam yine köyden çıkmış, deniz kenarına gitmiş, bir de ne görsün! Üç deniz kızı sahiden altın bir tarakla saçlarını tarıyorlar. Ormana gidip bakmış ki kır tanrısının etrafında orman perileri dans ediyor. Köye dönünce köylüler yine toplanmışlar etrafına, “Hadi anlat bakalım bugün neler gördün?” demişler. Adam cevap vermiş: “Bugün hiçbir şey görmedim.”

Peygamberler Tanrı’yı görseler lal olur, hiçbir şey söyleyemezlerdi. İşte biz öyle olduk artık, tıkabasa dolduk taşıyamayacağımız kadar ağır gerçeklikle. Buradan şiir-öykü-roman yazarak, fotoğraf-sinema filmi-belgesel çekerek, resim-heykel-müzik yaparak çıkamayacağız artık, o eşiği geçtik.

Yeni düşler görüp harikulade hayaller kurmak, kitap okurken-çocuğumuzun başını okşarken-aşkla sevişirken birdenbire utançtan kızarmamak için, o en eski ama en şiirli sözcüğümüzü ey hali, eylem halinde kendi hayatımızın küçük, HAYAT’ın büyük dolaşımına sokalım: DEVRİM!

Yoksul halka yalan söyleyenlerin biçtikleri kaftan bu ülkeye giydirilmiş deli gömleğidir, parçalayıp atalım!