Yaşlı, “Komünizmle mücadele Türk sağının kendisini devlete kabul ettirme ve rejimin ‘ötekisi’ olmaktan kurtulması açısından bir manivela oldu. Bu nedenle bugünkü rejimin kökenlerini aramak için de geçmişe gitmek, antikomünist politikalara bakmak ve komünizmle mücadelenin Türkiye siyasetini nasıl şekillendirdiğini anlamak gerekiyor” diyor.

Bugün rejimi anlamak için antikomünizme bakılmalı

Berkant GÜLTEKİN

Türk sağı üzerine yaptığı tarihsel çalışmaları ve güncel değerlendirmeleriyle bilinen akademisyen-yazar Fatih Yaşlı’nın ‘Devlet, Düzen, Anarşi- Türkiye’de Edebiyat ve Antikomünizm’ adlı son kitabı, Yordam etiketiyle yayımlandı. Yaşlı ile kitabı üzerine konuştuk.

Türkiye’de sol düşünce deyince akla birçok isim geliyor. Ancak Türk sağının, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali ve Aziz Nesin’i takıntı haline getirdiğini görüyoruz. Bu üç ismin önemi nedir; neden sağ siyaset tarafından ‘en önemli hedefler’ olarak belirlendiler?
Türkiye’de sol, tarihsel olarak Marksist teoriye evrensel katkılar yapma anlamında zayıf ama kültür, sanat, edebiyat alanlarında güçlü olageldi hep ve bünyesinden başta Nazım olmak üzere dünya çapında tanınan isimler çıkarmayı başardı. Türkiye’de solun kitleler nezdindeki tanınırlığı, bilinirliği ve yaygınlığı da siyasetçilerden ziyade bu isimlerle söz konusu oldu. Nazım Hikmet politik kimliği ile edebiyatçı kimliğini hiç ayırmaması, örgütlülüğü ve uluslararası şöhreti nedeniyle Türkiye’de solun en sembolik figürlerinden biri, belki de birincisi oldu. Bu da onu kitapta da anlatmaya çalıştığım üzere antikomünizm nezdinde “bir numaralı düşman” haline getirdi. Nazım’la beraber, Sabahattin Ali ve Aziz Nesin de antikomünist politikaların komünizmi bir öcü haline getirmeye çalıştığı ama ortada güçlü bir komünist/sol hareketin bulunmadığı bir zaman diliminde hedef tahtasına yerleştirildiler, varlıkları ve ünleri antikomünizm açısından işlevsel bir nitelik taşıdı. Özellikle solun kitlesel bir hareket olarak ortaya çıktığı 60’lara kadar komünizmle mücadele bir avuç yazar, çizer, sanatçı ve aydın çevresiyle sınırlı oldu ve bu üçü, şiirleriyle, öyküleriyle, romanlarıyla o çevrenin en tanınır, bilinir, halk nezdinde karşılığı olan isimleriydi. Hedef seçilmelerinin esas nedeni budur.

Necip Fazıl başta olmak üzere İslamcı yazarların sol düşünceye yönelik saldırılarının, sadece komünist ideolojiyle ilgili olmadığını, bunun Türkiye’nin modernleşmesine dönük bir tepkiyi de kapsadığını söylüyorsunuz. Tam da bu noktada, Türkiye’de gerici akımın Cumhuriyet ile olan hesaplaşmasının bir bölümünü, solla giriştiği kavga üzerinden gerçekleştirdiği iddia edilebilir mi?
Türkiye’de sağ ideoloji, henüz tek parti iktidardayken yani 30’ların ortalarından itibaren tedrici bir şekilde siyasal alandaki yerini almaya başladı, bu da onun doğrudan Cumhuriyet’i ve Atatürk’ü hedef almasını zorlaştırdı. Çok partili hayata geçiş ve Demokrat Parti döneminde bu süreç hızlandı ama yine de hem Cumhuriyet’i hem de Atatürk’ü doğrudan hedef almanın siyasal zemini ve meşruiyeti söz konusu değildi. İşte bu nedenle, bunun yerine sol akımlar ve komünizm hedef tahtasına yerleştirildi. Türkiye yönetici sınıfı da bir noktada buna izin verdi. Özellikle Soğuk Savaş’a girişle birlikte, yani 1946-47 yıllarından itibaren devletle Türk sağı arasında bir antikomünist mutabakat şekillenmeye başladı. Resmi ideoloji dışı milliyetçilik de İslamcılık ve muhafazakârlık da kendilerine açılan antikomünizm kapılarından içeri girdiler, komünizmle mücadele üzerinden kendilerine teorik ve pratik alan açtılar. Dolayısıyla komünizmle mücadele Türk sağının kendisini devlete kabul ettirme ve rejimin “ötekisi” olmaktan kurtulması açısından bir manivela oldu. Bu nedenle bugünkü rejimin kökenlerini aramak için de geçmişe gitmek, antikomünist politikalara bakmak ve komünizmle mücadelenin Türkiye siyasetini nasıl şekillendirdiğini anlamak gerekiyor.

bugun-rejimi-anlamak-icin-antikomunizme-bakilmali-1036416-1.



“Eski yalanlar üzerine kurulmuş siyasetin sonuçlarını yaşıyoruz”

Kitapta antikomünizmin temel argümanlarından birinin, komünistliğin psikolojik bir sorundan ya da kişilik bozukluğundan kaynaklandığı iddiası olduğunu belirtiyorsunuz. Komünizmi bu kadar dert edinen Türk sağında, gerçekten bu ideolojiyi kavrayabilen, kavramları yerli yerine koyabilen, fikri anlamda derin argümanlar üretebilen bir yazar var mı?
Biliyorsunuz şu günlerde bir “seküler milliyetçilik” tartışması yapılıyor Türkiye’de. O tartışma bağlamında, seküler milliyetçiliğin teorisyenlerinden biri olarak adını duyuran ve ismini burada anmayacağım bir kişiyle yapılmış bir röportajı izledim. Komünizm tehlikesiyle ilgili bir soruya “1980 öncesi bir savaş vardı ve o savaşı halka en basit bir şekilde anlatmak gerekiyordu, köylülere de anlayabilecekleri bir şekilde ‘komünistler gelip kadınlarınızı elinizden alacaklar’ deniyordu. Bu da gayet haklı bir yöntemdi” şeklinde yanıt verdi. Antikomünizmin sağ cenahta kuşaklar boyu devam eden bir gelenek olması bir yana, sığlığına dair bir ipucu da var bu cümlelerde. Evet, Türkiye’de antikomünizm “kadınları da ortak kullanacaklar”ın ötesine gitmedi ve ortaya geniş, büyük bir yalan külliyatı çıktı. Komünistlerin, devrimcilerin, solcuların Sovyet ajanı oldukları, Moskova’dan talimat aldıkları, bir Rus işgaline zemin hazırladıkları, ülkeyi bölmeye çalıştıkları vs. gibi argümanlar üzerine kurulu bir külliyattı bu. Marksist teoriyle ve genel olarak sosyalizmle fikri düzeydeki mücadele de bu sığlığın üzerine inşa edildi ve buraya da damgasını yalanlar ve hamaset vurdu. Biz hâlâ o yalanlar üzerine kurulu siyasetin sonuçlarını yaşıyoruz. Çünkü komünizmle mücadele bugünkü rejimin “tarih-öncesi”ni, üzerine kurulduğu zemini teşkil ediyor.

Sağcılar Cumhuriyet tarihi boyunca devletin imkânlarından faydalanmış, hatta küresel güç odakları tarafından desteklenmiş olmalarına rağmen kendilerini “mağdur” ve “yoksul Anadolu çocuğu” olarak betimliyorlar. Antikomünist temaya sahip romanlarda da bu anlatı var. Hem bu kadar imtiyazlı olup hem de çilekeşmiş gibi davranmak nasıl açıklanabilir?
Nihal Atsız bir şiirinde “Bin cihana değişmem şu öksüz Türklüğümü” diyor, Necip Fazıl’da ise bunun bir benzerini “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” dizesinde görüyoruz. Her iki dize de Türk sağının söyleminin ana unsurlarından biri olan mağduriyeti güçlü bir şekilde anlatıyor. Bu mağduriyet anlatısına göre Türkiye’de Türkler de Müslümanlar da mağdurdur, çünkü Türklük ve Müslümanlık, milletin değerlerine yabancılaşmış elitler tarafından kapı dışarı edilmiş, hatta ayaklar altına alınmıştır. Türklük ve Müslümanlık “dava”sının peşinden koşanlar ise büyük çileler çekmiş, zindanlara atılmış, zulüm görmüşlerdir. Necip Fazıl’ın “çile” sözcüğüne bir tür fetiş anlamı yüklemesi bununla ilgilidir.

Bu mağduriyet söylemi elbette ki “dava”ya yönelik motivasyon açısından önemlidir. Özellikle Türk sağının tabanını oluşturan taşralı muhafazakâr ve yoksul ailelerin büyük kentlere okumaya gelen çocuklarını militanlaştırmak, politize etmek için son derece işlevseldir. Buna göre ülkenin asli sahipleri dışlanmış, ezilmiş, ötekileştirilmiş, “öksüz”, “garip” ve “parya” haline getirilmiştir. Dolayısıyla iktidar mücadelesi biraz da bununla ilgilidir. Türk sağı devletle milleti tekrar buluşturacak, milletin öz değerlerini bünyesinde taşıyanların, yani “Anadolu’nun bağrı yanık delikanlılarının” mağduriyeti de ancak iktidarı ele geçirince son bulacaktır.

“Solun kültürel alandaki hegemonyası sağdaki kompleksi besliyor”

Kitapta yazdığınıza göre, antikomünist romanlarda genelde devrimcilerin, “ülkücülerin hidayetini” gördükleri anlar oluyor. Soldan onay almanın bu kadar önemsenmesi, sağ cenahın politik motivasyonuna dair ne anlatıyor?

Evet, sözünü ettiğiniz sahnelere antikomünist romanların birçoğunda rastlamak mümkün. Devrimci figürlerden biri mutlaka bir noktada nedamet getiriyor ve kendilerinin ne kadar haksız, kötü, zalim, onlara karşı mücadele eden ülkücülerin ise ne kadar haklı, iyi ve mazlum olduğunu itiraf ediveriyor. Böylece okur nezdinde bu romanların temel anlatısı olan “mutlak kötü devrimciler” ve “mutlak iyi ülkücüler/dindarlar” ikiliği biraz daha güçlendirilmiş oluyor. Buradaki esas amaç kuşkusuz metnin edebi değerini değil propagandatif dozunu artırmak. Zaten bu romanların önemlice bir bölümünün edebi açıdan son derece zayıf olduğunu bilmemiz lazım, ben görece daha “eli yüzü düzgün” diyebileceğimiz romanları analiz etmeyi seçtim ama genel durum bu.

Kuşkusuz bu “soldan onay alma” meselesi, söz konusu yazarların sağın reakisyoner karakterini bilmelerinden ileri geliyor. Türkiye’de sağ bütünüyle sola karşı duyduğu tepkisellikten, reaksiyondan besleniyor ve aksiyoner bir karaktere bürünemiyor. Bu da onu en başından itibaren “kompleksli” bir hale getiriyor. Özellikle bilim, sanat, edebiyat ve hatta popüler kültür alanında solun kurmuş olduğu hegemonya, bu kompleksi besliyor ve “bakın ben de kitap okuyorum, benim de romancılarım, sinemacılar, müzisyenlerim var” noktasına varılıyor. İşte bu da sürekli bir onaylanma, kabullenilme, kabul görme arzusunu beraberinde getiriyor, o arzu tatmin edilmedikçe de ortada “hınç”tan başka bir şey kalmıyor.

Soğuk Savaş’ın ve 12 Eylül’ün ardından Türkiye’de bir altüst oluş süreci yaşandı. Bunun elbette edebiyatın içindeki politik unsurlara da etkileri oldu. Bugünden geriye bakınca, antikomünist faaliyetin edebiyattaki ve toplumsal düşüncedeki izlerine dair ne söylersiniz?
Benim kitapta incelediğim romanların bir kısmı 12 Eylül öncesi, bir kısmı ise 12 Eylül sonrasında yazılan romanlar. Ancak 2. Dünya Savaşı yıllarında Kırım’da geçen “Kırım Kan Ağlıyor” hariç hepsi 1965-80 arasını anlatıyor. Yani Türkiye’de solun gerçek bir siyasi özne olarak sahneye çıktığı ve geniş kitleleri etkileyebildiği, bunun karşısına da paramiliter bir güç olarak ülkücü hareketin çıktığı o uzun 15 yıl bu romanların esas meselesini oluşturuyor. Bu romanlarda az önce de söylediğim üzere komünistler, devrimciler “mutlak kötü” olarak anlatılıyorlar, öyle resmediliyorlar. Ancak mesele bununla sınırlı değil, Türkiye’de antikomünizmi lise ders kitaplarından edebiyat fakültelerinin ya da tarih bölümlerinin müfredatlarına uzanan bir genişlikte görebilmemiz mümkün. 12 Eylül sonrasındaki antikomünizmin edebiyat ve kültür alanındaki etkisinin ise belki ayrıca incelenmesi gereken bir boyutu var. Bu sefer antikomünizm “sol” makyajlı bir şekilde geliyor ve bütün o postmodern, üst-kurmacalı vs. romanlarda güya “özeleştiri” adı altında sola, solun değerlerine saldırılıyor, küfür ediliyor. Bu açıdan Yalçın Küçük’ün bu romanlardan “Eylülist” ve “küfür romanları” şeklinde bahsetmesini son derece doğru buluyorum. Bugün bile edebiyatımızda, eskisine göre etkisi azalmış olmakla birlikte, bu tür bir antikomünist çabayı görebiliyoruz.