British Journal of Psychiatry’de yayınlanan bir depresyon tedavisi çalışması dikkatimi çekti. Hastalar aldıkları hapın ilaç mı yoksa plasebo mu olduğunu bilmiyorlar. Tedaviyi veren doktorlar da bu bilgiye tedavi anında sahip değiller. Peki, tedavilerin yürütüldüğü 8 haftanın sonunda ne oluyor? İşte cevabı...

Bulduğumuz ve umduğumuz

Umduğunu değil bulduğunu yiyenler ile umduğunu bulup yiyenler arasında doyum açısından bir fark var mı? Yakın zamanda British Journal of Psychiatry’de yayımlanıp Medscape’de özetlendiğinde dikkatimi çeken bir depresyon tedavisi çalışması bu sorunun yanıtları üzerine düşündürüyor. Bu çalışmada depresyon tanısı ile araştırmaya alınan hasta gruplarından bir kısmı ilaç tedavisi, bir kısmı ilaç-mış gibi olan plasebo-ilaç, bir kısmı da destekleyici görüşmeler ile tedavi ediliyor. Hastalar aldıkları hap’ın ilaç mı yoksa ilaç-mış gibi plasebo olduğunu bilmiyorlar. Tedaviyi veren doktorlar da bu bilgiye tedavi anında sahip değiller. Peki, tedavilerin yürütüldüğü 8 hafta sonunda ne oluyor? İlaç grubundakilerin sıkıntıları yüzde 46 oranında azalırken, plasebo-ilaç grubundakilerin depresif belirtileri yüzde 36 oranında azalıyor. Destekleyici ve moral verici sözler ile desteklenip sahte ya da gerçek bir hap verilmeyenlerde ise bu düzelme sadece yüzde 5 oranında. Plasebo ve ilaç grubundakilerin içinde verilen tedavi ile iyileşeceğini bekleyenler daha fazla düzelmişken beklentisi yüksek olanlar içinde psikiyatr ile sağlam bir güven ilişkisi içinde olanlar daha da fazla düzelme göstermişler. Sonuçlar çeşitli: Ummak ve beklemek, bir durumdan alabileceklerimizi alma olasılığımızı arttırıyor. Üstelik, beklenti içinde olmak bir duygusal yatırım içerdiğinden ötürü, bu yatırımı yapmışken duygu durumumuzu biraz daha iyileştirmek için eldeki olanakları en son damlasına kadar kullanıyoruz. Beklentilerimizi boşa çıkartmayacak şekilde hareket etme (kendimizi hayal kırıklığına uğratmamak) için verilenden tam yararlanmaya çalışıyoruz. Böylece plasebo’nun da (aktif ilacın da) beklentilerimizin büyüklüğü ölçüsünde tedavi edici etkisi artıyor.

Eh, o zaman depresyonumuz var ise plasebo alalım, okunmuş pirinç misali; ve iyileşelim. O kadar basit değil. Plasebo’nun plasebo olup olmadığının belli olmaması önemli. Plasebo’nun plasebo olmayabileceği ihtimali plasebo’yu bir ilaca yakın düzeyde etkili yapıyor. Tam da aynı sebepten, ilaç-mış gibi olan plasebo, tıpkı bir ilacın gösterebileceği yan etkileri de çıkartabiliyor. Ancak depresyon ağırlaştıkça plasebo’nun (ve ona yakıştırılan beklentinin) gücü azalmaya başlıyor. Ciddi depresyonu olan kişilerde plasebo semptomlarda neredeyse yüzde 10 bir düzelme sağlayabiliyor. Aktif ilacın etkisi ise yüzde 40’larda geziyor. Beklentilerimizin bir ilacın gücünü (belirtileri azaltabilirliğini) etkilemesi şaşırtıcı ama gerçek. Bu da yine beyin mekanizmaları üzerinden gerçekleşiyor.

İyileşme arzusunun güçlülüğünü sağlayabildiğimiz ölçüde depresyonu hafifletmek mümkün. Ancak bunu sadece rahatlatıcı sözlerle (“iyileşeceksin, merak etme”) yapamamış olmak biraz düşündürücü. Ek bir şeyler yapmak gerekiyor. Depresif hastamızın eline bir hap tutuşturduğumuzda, bunun bir ilaç olduğu kesin olmasa bile, iyileşme oranı artıyor. Şifa niyetine ve iyi geleceğine inanılarak içilen ilaç ve ilaç-mış gibiler, depresyonun hafifini aşmamıza daha çok yardım ediyorlar.

1980’lerin başında çalıştığım kasaba sağlık ocağında gelen giden hastalardan adını duyduğum bir ‘askeri doktor’ vardı. Herkese mucizevi denecek etkinlikte faydalı tedaviler veren bu kişinin askerlik ile ilgisinin ne olduğunu çözemediysem de yöntemleri üzerinde durulmaya değerdi. İnsan düşüncesinin, özellikle eğitilmemiş zihnin, yüzeysel ve somut verilerden kolayca etkilenebilirliğine bir örneği, bu, doktora baş ağrısı ile giden hastalardan duydum. Doktorun sorduğu soru basitti; neresi ağrıyor? Ağrının koordinatlarını ayrıntısıyla tarif ettirdikten sonra eline aldığı irice bir enjektör ile tam o noktaya aktif ilaç içermeyen bir sıvı zerk ettiğinde, ağrı yine de geçiyordu. Ağrının kaynağının nerede olduğunu bilmese bile doktorun gösterdiği özen ve ilgi ağrıyı hafifletiveriyordu. O sırada “başım ağrıyor, bir türlü geçmiyor” diyen hastaların ağrısını azaltmak için elime enjektörü alıp ‘tam oraya’ bir şeyler enjekte etmemek için kendimi zor tuttuğumu hatırlıyorum. İyi ki de tutmuşum; sonradan gördüm ki, o enjeksiyonu ‘askeri doktor’ bizzat yapmaz ise, pek fayda vermiyordu. Tıpkı depresyon çalışmasında olduğu gibi plasebo’yu ya da ilacı veren ile tedavi gören arasında bir sağlam ilişki kurulduysa başarı şansı artıyordu. ‘At binicisine göre kişner’i tıp dünyasına tercüme etsek ‘ilaç reçete edene göre etki gösterir’ çıkacaktı. Çok ağır durumlar hariç…


Sağlıklı, neşeli, özgürlükçü?
Gençler deyince akla gelen özgürlük, sağlık ve neşe gibi kavramlar ne kadar gençliğe özgü? Reklamlarla ya da pop kültürle beslenen bu bağlantı ne kadar gerçek? Sağlıktan başlayalım; ‘gençler sağlıkla dolup taşıyorlar, uzun yaşıyorlar’ şeklindeki inancımızı değiştirmemiz gerekiyor. Örneğin, ABD’deki gençler önceki kuşaklardan daha sağlıksızlar; yediklerindeki şeker ve yağ miktarı o kadar fazla ki, insanlığın bilinen tarihinde ilk defa bu kuşak önceki kuşaklardan daha kısa ömürlü olacak. Günümüz gençleri yaşlılardan daha sağlıksız olabilirler.

Neşe konusunda ise, gençlerin hiç de öyle düşünüldüğü gibi neşeli olmadıklarını, aksine çocukluklarını ebediyen kaybetmiş olmanın derin hüznünü yaşça büyüklere abartılı gelen neşeli hareketleriyle gizlediklerini dikkatle bakarsanız görebilirsiniz. Depresyonun zirve yaptığı, intiharların en sık ölüm nedenlerinden birisi olduğu yaş dönemini ‘neşeli’ olarak tanımlamak isabetli gözükmüyor.

Genital kansere (sıklıkla kızlarda) yol açan ‘Human Papilloma Virüsü’nün bulaşmasını engelleyici aşının yaygın uygulanmasına karşı çıkan zamanın kanser uzmanı bir yetkilisi, cinsel yollarla bulaşan bu virüsün bizim gençlerimizi tabii ki ilgilendirmediğini söylemiş, sonra da bu aşıyı yaptıranların çocuklarının cinsel hayatındaki ‘serbestlik’ nedeniyle buna gerek duydukları imasını yapmıştı. “Kanser olursanız, cinsel hayata ‘serbestçe’ girdiğiniz içindir, eyy…” olarak da okunabilecek bu sözlere gençlerden değil de yaşlılardan tepki gelmiş olmasını hiç anlayamamıştım. Durumu anlayamamamı gençlerle ilgili ‘özgürlükçü’ olmaları gerektiği yargıma bağlayabilirim. Oysa, yeni kuşak ya da gençler eskisinden daha ilerici ya da özgürlükçü olacak diye bir kural da yok. 

Kendini kontrol etmekte zorluk çekenlerin ‘yanlış ya da kötü bir şey yapmamak’ gibi ‘doğru ve iyi bir amaç’la kontrolcü ve yasakçı eğilimlere destek verdiğinin örnekleri az değil. Örneğin, ‘lisemizde etek giyilmesin’ tipi uygulamalara destek çıkanların arasında gençler olabileceği gibi, bazı ‘küçük’ özgürlükleri ‘o kadar da’ temel ve önemli görmeyen gençlerin oranı da belki 40 yıl öncesine göre daha yüksek… Gençlerin kendi dürtülerinin gücünden korktuklarında, kendilerini bir ‘üst denetim’ altına sokma eğilimlerinin en belirgin örnekleri 1930’lara damgasını vuran siyasi hareketlere kitlesel desteklerinde görülebilir. Üstelik gençlerin özerklik arayışlarının yanı sıra grupla hareket etme dürtülerinin de aynı derecede güçlü olduğunu düşünürsek, gençler arasında bir biçimde çoğunluğa ulaştırılan görüşlere gençlerden taraftar kazanmak yaşça büyük olanlara göre çok daha kolay olmakta.

Bu kanaatlerim moral bozmasın. Aksine bu durumun yarattığı sorulara yanıt ararsak, belki de bir çıkış yolu bulunabilir. Sorulardan birisi: Gençler doğal dürtülerinden korkmadan, dürtülerini etik ilkelere göre ‘yöneterek’ büyüdüklerinde daha özgürlükçü olabilirler mi? Dürtü ne, etik ne, yönetmek ne, bunları sonra tartışalım.