"Birlikte 500 temsil "Çılgınlar Kulübü" oynadıysak, 500 temsilde de herkesle, her oyunda farklı bir oyun kurdu. Genç oyuncuları asla rahat bırakmaz, lafları ters verir, mizansen değiştirir, sürekli karşısındakini şaşırtır, zorlar, eğitirdi. Bizler usta çırak ilişkisinin neredeyse son ürünleriyiz diyebilirim. "

Bülent Abi'nin gözlükleri

LEVENT KAZAK / @levent_kazak

Aylar önce "Bülent abi kanser, aman sakın kimseye söyleme!" şeklinde vermişlerdi kötü haberi. Hastalığı duyulmasın istiyor, kimseyle görüşmüyormuş. "Ziyaretine geleceğim, özledim!" diye aradım hemen, "Yorgunum şu sıralar oğlum, ben sonra ararım seni!" dedi, bir şey diyemedim. Sonra bir kaç görme teşebbüsümüz daha oldu arkadaşlarla, "Üstelemeyin!"dedi karısı Selma, "Sizinle alakası yok, kimseyi görmüyor!". Aradan iki ay geçti geçmedi, dün sabah 8'de telefon çaldı, "Bülent'i kaybettik!" şeklinde bir cümle! Önce küçük bir çözüldüm, sonra koy verdim kendimi, uzundur ağlamamışım! Kıpırdamadan saatlerce oturdum, Bülent abiyi düşündüm; bi’ baktım kendi tarihim de duruyor hemen yanı başında, ne kadar uğraşsam da birbirinden ayıramadım.

80'ler Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu bizim okulumuzdu. Ali, çok erken kaybettiğimiz Alpay İzer, Altan Erbulak, Selma Sonat, Savaş Dinçel, ve tabii ki Bülent Kayabaş gibi ustalarla sahne paylaşıyorduk. 80 sonları 'Dünyalar' adlı bir kabare oyunu oynarken Altan abiyi kaybettik. Babamızı kaybettik gibi bir şey olduk, bittik. Sonra aynı oyunu tekrar oynamak için provaya girdik. Ali, Bülent Kayabaş ile anlaşmış, geldi ve Altan abinin oynadığı rolleri aldı. Ölen oyuncunun rolünü üstlenmek ağır bir iştir, pek tercih edilmez, ama görevdir, kaçınılması zor bir görev. Üzerine pek bir şey ekleyemez, rolü yeni baştan yorumlayamaz, ölen oyuncunun izinden gidersin. Bülent abi, Altan abiyi o kadar severdi ki bırakın metni, tuluatlarını bile korudu. Altan abi oyunda nerede nasıl reaksiyon alıyorsa, aynısını aldı; ne bir eksik, ne bir fazla! Kendi oynamadı, Altan abi adına oynadı. Ardından 4-5 sezon "Çılgınlar Kulübü"nü oynadık, seyredenler bilir, Ali ve Bülent efsaneydi.

Sahnede Bülent abi kadar radarları açık başka bir oyuncu tanımadım. Bütün oyuncuları tek tek takip eder, sahne düşerse kaldırır, biri repliğini unutursa kurtarır, tempoyu hızlandırır, yavaşlatır, tekniği takip eder, seyirciyi ise tek tek dinlerdi. Bir zamanlama ustasıydı. "Oyunculuk doğru 'timing' işidir!" der, sahnelerini bir matematikçi gibi milimetrik kurardı. Kuliste herkesle ilgilenir, kimin ne derdi varsa bilirdi. Mesela oyuncuya gelen kötü bir haber önce ona verilirdi. Oyuncunun bir yakını kaza geçirmiş, hastanede ise oyun iptal edilir, bir yakını ölmüş ise söylemek için oyunun bitmesini beklerdi. O söylerdi, bu onun kendi kendine edindiği bir görevdi. Karşısındaki travma yaşamasın diye kötü haberi şakayla karıştırıp verirdi. Bülent abi sadece abi değil, bir abilik müessesesiydi.

Birlikte 500 temsil "Çılgınlar Kulübü" oynadıysak, 500 temsilde de herkesle, her oyunda farklı bir oyun kurdu. Genç oyuncuları asla rahat bırakmaz, lafları ters verir, mizansen değiştirir, sürekli karşısındakini şaşırtır, zorlar, eğitirdi. Bizler usta çırak ilişkisinin neredeyse son ürünleriyiz diyebilirim. Ödenekli tiyatroları saymazsak, tiyatroculuğun asal bir meslek olarak yaşandığı son yıllardı! Sadece tiyatro yaparak evimizin kirasını ödeyebiliyor, hayatımızı sürdürebiliyorduk. Cumartesi, pazar ikişer oyun olmak üzere haftada en az sekiz oyun oynadığımız dönemdi. Boşluklarda sürekli turneye çıkıyor, yazları aylar süren turneler yapıyorduk. Bir arada yaşayan koca bir aile gibiydik. Oyundan sonra Bülent abinin odasına doluşur, oyun sonrası viskisini yudumlayıp dilimlenmiş elmasını ısırmasını bekler, sonra o anlatır, biz de dinlerdik. Oyunla ilgili notlarını verirdi önce tek tek; "Tülek çok erken giriyorsun, seyirci seni görmeden biraz bekle!", "Peker arada hiç es vermiyorsun, iki espriyi yapıştırma!", "Özdemir kendi alkışını kesme!", "Levent Can oynarken sallanma!", "Nur, oynadığın kız Fransız, Dolapdereli gibi davranma!", "Kazak, hem sakalların uzamış, hem de sahnede paytaksın!", "Nilüfer se'lerin patlıyor!", "Pelinsu, repliklerini söylemeden hazırlanma!", "Melih, yürürken heyecandan kollarını ters sallıyorsun!". Eskişehir'i, Mete İnselel'i, Özcan Özgür'ü anlatır, seks filmleri dönemi hikâyeleri ile bizleri yerlere yatırırdı. Kendisine has bir dili vardı, bazı kelimelerin yerine sadece 'ıspanak' ve 'lahana' kelimelerini koyarak konuşurdu. Genelde kalabalıkta gizli konuşmaya yarayan bir yöntem olsa da, öyle bir tonlardı ki, herkes ne dediğini anlardı:

- Oğlum o gördüğüm ıspanakla devam mı?

- Devam abi.

- Öbür lahanaya ne oldu peki? Bahçıvan makası mı?

- Yok, o da duruyo abi.

- Yapma yav! Hadi bakalım! Peki diğer ıspanak durumları ne alemde?

- Hangi ıspanak?

- Ispanak oğlum, ıspanak!

- Ha, şu sıralar ortam bayağı sakat!

- Ispanak yok diye lahanaya yüklenme oğlum, bak yüzün kızarmış.

- Ondan değil abi! Alerji..

- Hadi be!! Lahanaları arka arkaya lüplet, sonra alerji!!! Dün n'aptınız?

Bülent abi her şeyi merak eder, bilmek isterdi. Turnede otobüsle giderken bir kuyruk görse mesela, otobüsü durdurur, iner, kuyruğa kadar yürür, "Bu ne kuyruğu kardeş?" diye sormadan edemezdi. Çocuk gibiydi bir yandan, oyuncu olmasaydı ne iş yapardı bilmem? İyi oyuncunun tarifi belki de bu soru olmalı! Gözlerinin bozuk olduğunu 45 yaşında keşfettik! Bir tabelaya bakıyoruz, "Buradan okunmaz ki!" dedi, halbuki çok rahat bir mesafe. "Gözler bozuk olabilir abi!" dedim, "Biz Tatarız oğlum, ha kartal gözü, ha tatar gözü!". Aldım, bir göz doktoruna götürdüm. Meğer 45 yıl boyunca hep gözleri bozuk yaşamış, gördüğü kadarını normal sanmış. Gözlüğünü yaptırdık, İstiklal'e çıktık. O zamanlar trafiğe açıktı İstiklal Caddesi. Arabalar filan geçiyor, hiç unutmuyorum; Bülent abi gözünde yeni gözlükleri, elleriyle de saplarını tutmuş, şaşkınlık içinde etrafa bakıyor. O sırada önümüzden bir otobüs geçti, mesafe de 3-4 metre, bana "OĞLUUM! OĞLUMMM! OTOBÜSÜN İÇİNDEKİLER GÖZÜKÜYOR OĞLUMMM!!" diye bağırdı.

Bülent abinin bir de yapımcı kimliği var ki kimse bilmez. Özel televizyonların yeni açıldığı dönem bir sürü dizi alınıyordu. "Ben yazarım, sen çekersin, birlikte oynar, yapımcılığını da birlikte yaparız!" diye bir senaryo koydum önüne. "Çekeriz de oynarız da, ama yapımcılığın altından kalkabilir miyiz oğlum?" dedi. "Ne var abi? Ne yapıyor ki yapımcı? Alacağız parayı kanaldan, yapıcaz!" diye onu ikna ettim. Sattık projeyi, aldığımız avansla 'Gülen Ayva Ağlayan Nar'ın çekimlerine başladık. Şahane bir kadro kurduk; Ülkü Duru, Menderes Samancılar, Levent Öktem, Duygu Ankara, Erdinç Akbaş var. Bölümler ilerledikçe kadro genişleyecek, her şey daha da şahane olacak diye umuyoruz. İlk iki bölümü çektik, dizi yayına girdi ama kanaldan bir türlü para alamadık. Nasıl olsa para gelecek diye biz çekimlere devam ettik. Artık alacak 5-6 bölüm olunca Bülent abiyi çektim kenara, "Abi Uzan'lar ödemeleri kesmiş! Diğer diziler de paralarını alamıyor. İstersen çekimlere biraz ara verelim!" dedim. "Olmaz oğlum, madem yapımcıyız yapımcı gibi hareket edicez! Ispanak gelmiyor diye işi yarım bırakmak bize yakışmaz, gerekirse koyacaz lahanayı kendi cebimizden, çekicez!" dedi. " İyi de abi, cebimizde hiç nakit yok ki!" dedim. "Ne cebi oğlum, bizim sözümüz nakit!!". Biz borç harç çekimlere devam ettik. Hani durum öyle ki borç kapasitesi dolmuş bakkalı çaktırmadan değiştirip, diğer bakkalda hesap açtırıyoruz. Sette açlık baş göstermiş, öleceğiz. Setçisinden başrol oyuncusuna kadar, Bülent abi üzülmesin, yapımcılığına halel gelmesin diye herkes çok mutluymuş gibi davranıyor. Prodüksiyonun (o biziz) yemekte ekmek arası kızarmış patates dağıttığını hatırlıyorum. Ben güya yazıyorum ama para olmadığı, konuk oyuncu alamadığımız için senaryo iyice tıkandı. İşi kurtarmak için artık mecburen absürd şeyler yazmaya başladım; absürd rasyonel olmadığı için devamlılık olmuyor, devamlılık olmayınca prodüksiyon zorlanmıyor, yani kısaca saçmalıyordum! "Bu senaryo ne?" diyordu Bülent abi, "İlk absürd diziyi çekiyoruz abi, mecburuz!" diyorum. Artık iflahımız kesildi, alacağımız 10 bölüme çıktı, tam çekimleri sonlandıracağız, nasıl olduysa kanaldan 5 bölümlük bir ödeme geldi, ben uçuyorum. Bülent abi "Bu parayla ne yapıcaz oğlum?" diye sordu, "Borçların yarısını kapayacağız abi. Bize de ayırdım para merak etme!" dedim. "Yok oğlum, gelen bütün parayı oyunculara ve teknik ekibe dağıtalım! Alacaklarının hepsini verelim!" dedi. "Abi yapma, stüdyo para bekliyor, mekân kiraları var. Ben de bitiğim. Yarım dağıtalım, bir sonraki ödemede tamamlarız!" dedim. "Olmaz oğlum, yapımcıyız biz, doğrusunu yapağız!" Biz paraları oyunculara ve teknik ekibe dağıttık ve tabii bir daha da kanaldan para gelmedi. Üç bölüm daha çektik, durduk! Büyük battık. Uzun bir süre alacağımızı almaya çalıştık, sadece biz değil bütün yapımcılar uğraşıyordu ama nafile! Fikret Hakan'ın alacağı var, muhasebede çadır kurmuş, orda uyuyor; Cüneyt Arkın "Paramı verin!" diye Uzan'ların odaya girmiş, onu dövmüşler filan. Durum fena. Velhasıl kelam yapımcılığımız böylece sonlandı. "Bize göre iş değil yapımcılık. Lahanalar k.çımıza kaçmış olabilir ama bütün piyasa bizi konuşuyor oğlum, çalışanların parasını bir tek biz verdik!" dedi, çok mutluydu. Bir yıl sonra nasıl olduysa avukatımız Tayfun sayesinde (Ferhangi Şeyler'den bilirsiniz belki) kalan paramızı da aldık. Borçlar filan düştükten sonra kalanı Bülent abiye götürdüm, tatildeydi. Parayı paylaştık bir masada. Deniz şortunun ceplerine doldurdu kendi payını, şapkası ve şıpıdık terlikleri ile plaja gitti.

Son 10-15 yıldır çok az görüştük. Söylemek zorundayım; ölümünün arkasından ağlayıp sızlayan, bu satırları yazıp ahkâmlar kesen ben, son dönemde onu neredeyse hiç aramadım. İki üç telefon konuşmasından öteye gitmedi konuştuklarımız. Kutay abilerle yaptığı rutin Bodrum tatillerinde yanlarına hiç gidemedim. Hayattı, şuydu, buydu hiçbiri mazeret değil, ustasıyla böbürlenen hayırsızım tekiyim. Kaybetmeden sarılmak gerek, doğrusu bu!

Evine gittim dün. Bülent abi yerine Selma'ya sarıldım. Nur Sürer de oradaydı. İnanılmaz gerçeği öğrendim orada. Bülent abi ketumdur, ama ne derece ketum olduğunu şimdi anlayacaksınız. Meğer sekiz yıldır kanser olduğunu biliyormuş da saklamış herkesten; oğlundan, Nur'dan, arkadaşlarından. Minnacık bir grup seçmiş kendine, ama ondan da ketum bir grup, onlar biliyormuş bir tek, karılarına kocalarına, annelerine, babalarına bile söylememişler. Oğlu Ümit bilmesin diye saklamış her şeyi, yurtdışında eğitimini keser, ona kafaya takar da düzeni bozulur diye. Dayanamaz, oğluna söyler diye Nur'dan bile saklamış. Taa ki bir kaç ay evvel hastalık ağırlaşana kadar. Ümit'in 30 yıl evvel doğduğu günü hatırlıyorum. 40 günlükken Bülent abi onu tiyatroya getirmişti. Erken yaşta sahne tozu yutsun diye elinde yeni doğmuş bebekle tiyatronun her köşesini gezmişti. Ali, "Manyak mısın Bülent? Çocuğa kötülük yapma, tiyatro nereden çıktı?" deyince Bülent abi, "Dolaştırayım da ben, zaten hatırlamaz, oyuncu olmazsa da söylemem!" demişti. Tiyatroya hem aşık hem de küstü Bülent abi. Tiyatronun bir yaşam biçimi olduğu devirde kalmış, yan işe dönüştüğü bugünlere de pek alışamamıştı. Nasıl oldu diye sordum, ağırlaşmış ama Ümit'in yurtdışından gelmesini beklemiş hastanede, görmüş oğlunu, ardından son nefesini vermiş. Büyük bir zamanlama ustasıydı dedim ya! Bir de "Son dakikalarında hep gülümsedi!" dedi Selma! Canım Bülent abi!!