Bunalımın ortasında bir nefes

Hafta sonu Edremit belediyemizin ‘Tam Kapanmada Açık Söyleşiler’ etkinliğinde sevgili Şükrü Erbaş ile birlikte Gökhan Bayram’ın konuğuyduk. “Gerçekliği Anlama ve Değiştirmede Edebiyat” başlığında söyleştik. Kültür ikliminin alabildiğine çoraklaştığı günlerde pandemiyle gelen kapanmışlık insanı daha da koparıyor gerçeklikten. Şükrü ağabey “Uzaklaştık, kimsenin acısını duymuyoruz” derken annemin sitemini hatırladım; “Türkiye’nin tarihinin hiçbir döneminde toplumsal üst yapı olarak bu kadar ağır, bu kadar sinsi bir hastalık yaşamadığını düşünüyorum” derken gençliğin o günlerdeki kopukluğuna işaret ediyordu.Bugün reel bir hastalık karşısında o çoktan yalnızlaştırılmış, hayat damarları bir bir eksiltilmiş toplumun fertleriyiz. Genci, yaşlısı geleceği ve gerçeği görmeye çalışıyoruz. Daha yeni 1 Mayıs’ta olanca gerçekliğiyle tüm dünyaya soluk olan “Nefes alamıyorum” feryadını hatırlatan anlar yaşadık. Sokağa çıkmak sadece bazılarımız için yasak. Bunalımın ortasında, “En kötü ihtimalle Türkiye’deyiz.”

Virüsü ülkenin dört yanına yayma pahasına imkânı olanı koruyup, keyif sürmeye teşvik edenlerin esiriyiz. “Sanatçıların duyarlığı, aydınların sorumluluğu, düşünürlerin kavrayışı bir yanda; öte yanda onların bunalımlarını koyultan keyif ehilleri. İkinciler ne bunalımı yaşarlar, ne hiçbir yüksek değeri tanırlar. “İnsan” için ne büyük kayıp, ne büyük eksiklik!”*

*****

Kimimiz mahpusta kimimiz evinde kimimiz de kendi gövdesinde tutsak. Şükrü ağabey; “Ülkeyi hapishaneye çevirdiler, oysa insan sosyal bir varlıktır, teması yitirdiğinde yabancılaşma gelir, yalnızlaşma gelir” dediğinde o kopuşa edebiyata sığınarak direnen, hatta özgür olanlara mahpustan dayanak olan düşünürler, sanatçılargeçti aklımdan. Tutsaklığında yazdıklarıyla bugüne ışık olanların yaşama sevincinden güç alabiliriz. Hapishane yalnızlığına kitaplarla yoldaşlık ederek direnenler ve hapishanede kendine edebiyat aracılığıyla yeni bir soluk bulmayı deneyenler bizden daha özgürler. Selahattin Demirtaş’ın Seher, Devran ve Leylân’ıen güncel örnekler. Dostoyevski, Ezra Pound, Oscar Wilde, Sabahattin Ali, Ahmed Arif, Nâzım Hikmet, Kemal Tâhir tutsakken ürettikleriyle genç nesillere kılavuzluk edenlerden hemen ilk akla gelenler.


****

“Metin Altıok’tan Zeynep’e Mektuplar”ı yayımlamama ilham olan Antonio Gramsci’nin‘Çocuklarıma Mektuplar’ kitabı babama hasret çocukluğumda,uzak diye bir kavram olmadığını kavramamı sağlamıştı. Mahpustaki babanın çocuklarına yakınlığı gibi sürgündeki babamın mektuplarındaki şefkati, uzaktan öğrettikleri tarifsizdir.

Nâzım, Mehmet Fuat’a “Oğlum, mektubunu aldım. Bayram ettim” diye yazmış. Sıradan görünen bu giriş ne çok anlam barındırıyor. Oğluna hasret saatlerinde onun ‘küçücük çocuk burnunu cama dayayarak meraklı gözlerle tevkifhanenin avlusunu seyredişini’ hatırlayarak avunan bir babanın bayramı yürek yaralayıcı değil mi? Nâzım oğluna mektuplarıyla nasihat eder: “Kitapları sadece kitap olarak okursan, sade hatta aptaldırlar. Fakat onları hayatla ilgilendirerek okursan akıllı olurlar.”

Galiba Şükrü Erbaş gibi, babam gibi, Gramsci gibi, Nâzım gibi ne olursa olsun başkalarının acılarına yabancılaşmamak için gerçek ya da kurmaca olsun, acıların izini onların satırlarında sürerek bugünle, hayatla ilgilendirmek gerek.

*****

O zaman gelin kalabalık olalım. Mektuplar, hele cezaevinden yazılan mektuplar kapılar açsın iç zenginliğimize. İster Nâzım’ın Mehmet Fuat’a ya da VâNû’lara, Kemal Tâhir’e, Piraye’ye yazdıklarını, ister Rosa Luxembourg’un Hapishane Mektupları’nı, ister Dostoyevski’nin kardeşine yazdıklarını seçin. Sürgündeki Cevat Şakir’in Azrâ Erhat’a mektuplarında kucaklaşın doğayla, insanlıkla. Onun koruyuculuğu, merhameti içinize işlesin. Kapanma günlerinde kavuşalım gerçeklikle. Değiştirelim birlikte.

*****

“İnsan kalmak, gerektiği zaman yaşamını topyekûn kaderin büyük terazisinde tartmak ama aynı zamanda her güneşli günden her güzel buluttan mutluluk payı çıkarmaktır. Ne yazık ki insan kalmaya devam etmeye yarayan reçeteyi bilmiyorum. Yalnızca nasıl insan kalındığını biliyorum. Ama bunu, batan güneş buğdayları kızıla boyarken birkaç saatliğine gezintiye çıktığımız Südende kıyılarında sen de biliyordun. Dünya tüm iğrençliğine karşı yine de öyle güzel ki, yeryüzünde adiler ve kalleşler olmasaydı daha da güzel olurdu…” Rosa Luxemburg’un bu cümlelerinde yoldaşı Paul Levi’ye seslenirken tasvir ettiği güneşli günlerden, bulutlardan mutluluk payı çıkartmayı unutmadan yaşayalım. İçimiz kalabalık olsun.

******

Dostoyevski “bir işi yarım yamalak yapmayı sevmiyorum; gerçeğin yarısını söylemek, hiç bir şey söylememektir. Ama gerçeğin özü şu: eğer okumasını biliyorsan, bütünüyle yakalayacaksın onu” diyor. Kardeşine yazdığı bu satırlar gerçeğimize kılavuz olsun.

*****

“Haksızlık halkaları birbirlerine eklenmeğe başlamaya görsün, bu hain, bu zalim, bu çılgın oyuna o kadar çok insan katılır ki. Nedense seyircisi en az olan oyun, zulümdür. Bu oyuna kolaylıkla, nedenini, niçinini düşünmeden; ince eleyip sık dokumadan katılı-katılınıverilir. Ve bütün bunları düşününce acı çekmenin rasgele acı çektirenlerden olmaktan yeğ olduğunu anlıyorum bir kez daha” diyen Sevgi Soysal’ın Mümtaz Soysal’a yazdığı satırlardaki dik duruşunu selamlarken bugün kurgulanan zulüm oyununun kalabalık seyircisi olalım.

*****

Margret Atwood tutsaklığı sırasında Aslı Erdoğan’a yazdığı mektupta şu satırlarla sesleniyordu; “senin gibi, ben ve birçok diğer yazar da edebiyatın adalet arayışına ilham verebileceğine, hoşgörüyü yeşertebileceğine, insanların sempati ve anlayışını derinleştirebileceğine inanıyoruz. Hapishanede olsan da yalnız değilsin.” Önümüzde bekleyen bayramı hapishanede geçirecek olan ve bu ülkeye inancını, mücadelesini hiç azaltmayan, düşünce suçu gerekçesiyle hapishanede olantüm tutsakların, Selahattin Demirtaş’ın, Osman Kavala’nıngerçeğini kavrayarak bayramlaşalım. Yalnız değiller.

*Füsun Akatlı / Kırmızı Gagalı Pelikan – Bunalım Hayata Dahildir