Psikolojik yıpranması daha baskın bir büyük buhrandan geçiyor insanlık. Gelecek ay, 93. Akademi Ödülleri için altışar adaylığı olan Minari (94 ödül kaptı şimdilik) ve Nomadland (208 ödüllü), en iyi film için diğer altı yapımla yarışacak. Neden bu iki filmi seçtim, çünkü biri 1980’lerin, öteki de 2010’ların ABD’sinde hayatta kalma çabasındaki insanları anlatıyor. Her zaman söylerim, derdi olan, meselesi bulunan yapıtlara sevgim ve saygım sonsuzdur.

Bunca acı unutulacak mı?

ALPER TURGUT

Salgın dediğin büyük bela, bir gün elbette bitecek, amenna. Lakin hayata dair hemen her şeyi, anca ucu ucuna denkleştirebilen güzelim insanlar, giderek daha da kuduran açlıkla ve yoksunlukla nasıl mücadele edecek, işte bu tamamen muamma. Zengin daha da semirdi, kemirdi, salt kendine ve denklerine yedirdi, orası kesin, zaten bir varsıldan da onca yoksula ve yoksulluğa çare ve çözüm üretmesini bekleyen yok, yine de insan olmayı ve insan kalmayı deneyebilirlerdi. Pek çoğu, aldırmadı bile, alın bunlar yeni evsizler, düşkünler, düzene ayak uydurmayı becerememişler deseydiniz de hiçbir şey değişmeyecek idi, hem görüyorsunuz artık, sevenin halinden de sevenler anlamıyor ki, teselli filan vermeyin, ihtiyaç da yok yani.

İnsaf kalmayınca, vicdan olmayınca, üretim yapılamayan bir ülkenin, tüketim çılgını olmasını arzu edenlere de gün doğar. Sen batarsın, o kurtulur en nihayetinde. Enflasyon ve zamlar azıtsa, fahiş fiyatlar can yaksa da fark etmez. İnsanın en temel ihtiyaçları, birilerinin kazanç alanı ve kaynağıysa şayet, haliyle bir kapitalist, fren yapmasını bilmeyecektir. Dükkanlar hızla kapanıyor, kiralık ve satılık ilanları, binaların çarpık süsü gibi hemen her yerde artık, saçma sapan tabelalar gibi göz kanatıyor, zannımca. Ve arada yeni dükkânlar açılıyor, tabiatıyla, krizi fırsata çevirmek böyle bir şey.

Ama durun, bu yeni yerler çok tanıdık, aaa bildik süpermarket zincirinin bilmem kaçıncı mekânı değil mi bu? Oysa markete, birçok şey almaya değil, bakmaya, az almaya, hesap kitap yapmaya gidiyor sayın halkımız. Neredeyse almaya değil, almamaya odaklanacağız, lakin yaşamak da gerek, lanet olsun tüm bunlara diyerek. Her gidişimizde biraz daha az öteberiyle dönmektir, biricik gerçeğimiz.

Pandemi ertesinde dünyanın hali pek yaman olacak, besbelli. Şimdi küpünü dolduranların da aslında, belirsiz ve tekinsiz yarınlarda heveslerinin kursaklarında kalma ihtimali, artık pek bariz. Ünlü Süveyş Kanalı’nı hop diye tıkayan "Ever Given" adlı dev konteyner gemisi, her gün milyarlarca dolar zarara uğratıyor kapitalizmi. Şöyle gemi boyu kadar, yani 400 metrelik görece kısa bir uzunluk, kıtaları aşmak, dünyayı turlamak demek, sistem, resmen kendini tıkadı, bak şu işe. Cık cık.

Aslında şimdiden başladı, maddiyata dayalı tuhaf bir savaş. Komünistim derken, en azılı kapitaliste çevrilen Çin’in, salgından en az hasarla çıkması, özellikle Batılı devleri öfkelendirdi, sermaye de kazananın kim olmasından ziyade, hızla ve illa sonuçlanmasını istiyor, oluş sebebinden ve yaşam gerekçesinden kopmayarak, hiç şüphesiz. Misal batılı markalar, Çin pamuğu, Uygur Türkleri, çalışma koşulları diyerek, ticarete son veriyor. Çin’deki inanılmaz üretim hattında, çocuk işçileri çalıştıran, Uygurları adeta köle olarak kullanan, buna olanak sağlayan veya sesini çıkartmayan kimdi? Bu adı henüz konulmamış paylaşım savaşıdır, ötesi masal!

Canım memleketimde, müzisyeninden kahvehanecisine birçok emekçi, borca harca katlanamayarak, bu uğursuz eşitsizliğe dayanamayarak tatlı canından vazgeçerken, onların ve bu yaşananların öykülerini kimse yazmayacak mı, çekmeyecek mi, resmetmeyecek mi? Psikolojik yıpranması daha baskın bir büyük buhrandan geçiyor insanlık. Gelecek ay, 93. Akademi Ödülleri için altışar adaylığı olan Minari (94 ödül kaptı şimdilik) ve Nomadland (208 ödüllü), en iyi film için diğer altı yapımla yarışacak. Neden bu iki filmi seçtim, çünkü biri 1980’lerin, öteki de 2010’ların ABD’sinde hayatta kalma çabasındaki insanları anlatıyor. Her zaman söylerim, derdi olan, meselesi bulunan yapıtlara sevgim ve saygım sonsuzdur.

Hele hele memleketimin ödüller kazanmış, rüştünü ispatlamış bazı yönetmenlerinin, iktidarın bereketli gölgesinde kalmaya, kendilerine, başkalarının acılarına rağmen güvenli alan bulmaya didinmesi, çok acıklıdır. Halkının sorunlarını kendine dert edinmiş yaratıcılar gerek bize, zor koşullarda dik duran, artık roman, şiir, resim, film, ne varsa abanan ve elbette halden anlayan.

Minari’de, Güney Kore’de hayat çok zor diyen bir çift, ABD’ye göç eder. Biri kalbi zayıf, iki çocukla, Allah’ın Arkansas’ında yaşamak da pek farklı değildir ha! ABD’nin, Kore’yi eyaleti gibi görmesiyle, Korelilerin “Amerikan Rüyasını” gerçek sanması, kıyasıya yarışır.

Ahali, film akmıyor, tempo tutmuyor diyecektir Minari için, oysa ben pek beğendim, dilini, sakinliğini, doğayla mücadelesini, sihirli ninesini, metafor silsilesini. Dört dörtlük mü, elbette değil, eksik ve gedik de mevcut. Ve söylemekten sıkılmayacağım, milenyumdan beri, başyapıt bulmak imkânsıza yakın oldu. Geçen yıl Parazit ile Hollywood’un ezberini bozan yönetmen Bong Joon-ho, Oscar’a aday olan 50 yıllık aktris Yoon Yeo-jeong ile söyleşi yaparken, “Öğretmenim, filmi çok sevdim, yönetmen, benim gibi dayanamayıp ortalığı ateşe vermemiş, başladığı gibi bitirmiş” diyordu. Minari bitkisiyse tam tersi, öldü deyince geri dönüyor, bitince daha iyi başlıyor.

Gelelim adı en çok dillendirilen Nomadland filmine. Özgün bir işçilik, sıkı bir sinematografi, toplumsal gerçekçilik ve belgeselvari bir anlatım, bu bir yol filmi, motorize göçebeler, geçici işler ve kök salamamak üzerine. Yerinde duramama ve kendiyle kalma, çocuk oyuncağı değil ha, ya benim istediğim yaşam tarzı bu işte diyen beyaz yakalı gençlere aldanmayın siz, ileri bir yaşta, hastalıkta ve yalnızlıkta, bazen mecbur olur insan, hani canhıraş, bazen de gel burası senin yerin, yurdun, konforlu alanın, sönmeyen ocağın deseler de sen sığamazsın saray dahi olsa.

Ruhsuz zebella işliklerde, yaşlı insanları bile en ucuza çalıştırmaktan gocunmayan sistem, 2007’de başlayan büyük ekonomik krizin ve durgunluğun acısını emekçiden çıkartıyor. Kalıcı değil geçici işçileri yeğliyor, maddi yükün altına girmekten kaçarak. Çin asıllı yönetmen Chole Zhao ve muazzam aktris Frances McDormand, bu iki güçlü kadın, bizi hem harici hem de dahili bir yolculuğa çıkartıyor. Zaten filmde Frances ve deneyimli aktör David Strathairn dışındaki tüm oyuncular, harbiden bir göçebe. Bu lanet bir gerçeklik, ölene dek çalışanlar aşkına. Farkındaysan, duramıyorsan ve tüm düzeneği yanlış buluyorsan, huzur yok, gençken de ihtiyarken de. İşte öyle.