Politik yanlışların alenileştiği, sınıfsal çelişkilerin keskinleştiği, neden-sonuç ilişkilerinin adamakıllı görünür hale geldiği ülkemizde Aristo mantığıyla akıl yürütmeyeceğiz de, misal Leibniz’ in sembolik mantığını mı kullanacağız

Bundan sonrası Aristo’nun sopası

MURAT MÜFETTİŞOĞLU / mmufettisoglu@gmail.com

Pazar Eki okuyucularının ‘farkındalık’ düzeyini bildiğimden, yeni bir söz söylemenin güçlüğünü her defasında yaşıyorum. Öte yandan, sömürü ve tahakküm ilişkilerinden bağımsız ele alınan, bu sebeple kapitalist iktidarların da faydalandığı kimi olgular var. Onlar hakkında tekrar tekrar söz söylemek gerekiyor. “Çözümlenmeden” bırakılmış ya da bilinçlere “yanlış” kodlanmış meseleler bunlar. Aydınlanma, modernizm, ulus-devlet, temsili demokrasi, hümanizm, laiklik, inanç özgürlüğü ve din, içlerinde en belirleyici olanları. Ülkede “yükselen” gerici yapının temelinde yeterince pişmemiş birer tuğla gibi duruyorlar.

Geldiğimiz noktada çözüm ‘dümdüz bir mantıktır’ artık. Zira sofistike söylemler, fütüristik yöntemler, derin analizler, gelişmiş kültürlerin ürettiği sorunlara yakışır. “Alt tarafı dümdüz bir akıl yürütme tekniği” diyerek Aristo’ yu hor görmeyelim. ‘Öznel, kişisel bir geleceğe’ takılı kalan hocası Platon’ dan ayrıldığı nokta, ‘nesnel şimdi’ ile uğraşmasıymış. Türkiye’ nin ‘nesnel şimdisine’ baktığımızda ne görüyoruz dersiniz?

Politik yanlışların alenileştiği, sınıfsal çelişkilerin keskinleştiği, neden-sonuç ilişkilerinin adamakıllı görünür hale geldiği ülkemizde Aristo mantığıyla akıl yürütmeyeceğiz de, misal Leibniz’ in sembolik mantığını mı kullanacağız. Teşbihte hata olmaz: Bu denli boka batmışken ihtiyaç duyduğumuz yegâne araç, çukurdan çıkmamızı sağlayacak dümdüz bir ‘sopa’. Bir mantık sopası!

Dilerseniz Aristo mantığını aktüel bir meseleyle örneklendirelim: ‘Bir ülkede din, devlet katında temsil ediliyorsa, devletin işine yarıyor demektir. Devlet sermayenin olduğuna göre, o halde din sermaye için iyi bir şeydir’. Durum böyleyken, kapitalist Türkiye toplumunda dinin -bırakın tasfiyesini- gerçek anlamda sembolik bir kuruma indirgenmesi söz konusu edilemez. Aristokrasiyi saraya, dini kiliseye kapattığını iddia eden kimi Batılı devletlerin tavrı da doğrusu düşündürücüdür. Bu çerçevede, 1789 Fransız Hadisesi -tarihsel açıdan değerli olmakla birlikte- ne gerçek bir dip dalgasıdır, ne de tam bir devrimdir; kapitalist evrimleşmeye eşlik eden, politik, sosyal ve ekonomik bir sekanstır. Dolayısıyla, kendini ortada ya da ortanın solunda tanımlayan, dahası, Aydınlanma Felsefesi’ ni şiar edindiğini söyleyen kimilerinin daha derinlikli anlamaları gereken bir vakıadır. Bunu yapmadıklarında birilerinin çıkıp, “faşizm hakkında yıllarca sustunuz, kapitalizm hakkında hala susuyorsunuz, lütfen ‘din faşizmi’ hakkında konuşmayınız!” demesi içten bile değildir.

Din, kapitalist iktidar ilişkilerinin belirlediği hayatımızın tüm kademelerinde, ‘vefalı ve sinsi bir kolluk kuvveti gibi’ dolanmaktadır. On dört yıllık AKP iktidarında, hem virtüel(potansiyel) hem aktüel(fiili) anlamda iyice tahkim edilmiş, tabiri caizse rütbesi artırılmıştır. 2015 rakamlarıyla Diyanet’ in 5.75 milyar TL’ lik bütçesini(Sağlık Bakanlığı’ nınki 2.72 milyar), akla ve vicdana ters açıklamalar yapabilme cüretini, başkanının altına sürülen son model makam otosunu vb. ancak bu şekilde açıklayabiliriz.

Faşizme evrilmeye çalışan kör topal bir demokrasinin güvencesi devletin/hükümetin neyi ne kadar manipüle edebildiğine bağlıdır. Malumunuz, Kasım 2015 seçiminde manipülasyonun alasına tanık olduk. İşin kötüsü, iktidar kendi bekası açısından hayati bir veriyi bir kez daha tecrübeyle sabitledi: Bu ülkede milliyetçiliğe ve dine oynamak en umutsuz şartlarda bile kazandırıyor. Kıyılara vuran ölü bedenler, kaldırımlara yapışmış sivil cesetler, para dolu ayakkabı kutuları, önleri açılan canlı bombalar, kasten ölüme gönderilen işçiler vs. durumu değiştir(e)miyor... Devletin önceki temsilcileri, etnik ve dini köken söz konusu olduğunda demokratik ve tarafsız olduklarına dair yeminler ederlerdi. (Yemezdik başka). Şimdikiler, altlarındaki konsolide zeminin çözülmemesi için dini ve milliyetçiliği çıkarabildikleri kadar öne çıkarıyorlar. Uzun zamandır iki bir boyutlu bir faşizmi yaşıyoruz. Komik olan, geleneksel sermayeyle göbek bağlarını koparmamak, yabancı sermayeyi de “ürkütmemek” adına, nadiren demokrasiden ve laiklikten dem vurdukları oluyor.

Laiklik demişken adını tam koyalım: Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması demek değildir; devletin bizzat dinsiz olması demektir. Bu bağlamda, bütün inanç sistemlerine, dinlere ve mezheplere eşit mesafede durduğunu deklare etmiş; diyanet veya benzeri bir kurumla bu tavrını “demokratik norm” haline getirmiş bir devletin laik olduğunu iddia etmek, liberal/kapitalist demokrasinin gereklerini yerine getiren bir devleti onaylamak anlamına gelir. İşin kötüsü artık bu çıtanın çok daha altındayız.

Dinin, karşıt bir iktidar hamlesiyle yaşamdan –süratle- tasfiye edilmesi gerektiğini söylemek pek makul olmaz. Çeşitli sebeplerle kökleri derinlere inmiş toplumsal bir olgudur çünkü. Marx, “din kalpsiz dünyanın kalbi, halkın afyonudur” derken, gerçekte onu toplumsal bir meselenin toplumsal bir sonucu olarak gördüğünü ima etmiştir. Halledilmesi gerektiğini söylediği şey ise sonuçtan ziyade meselenin kendisidir, yani kapitalist sömürü ilişkileridir. Dinin tarih sahnesinden silineceği varsa silinir, ancak, öznesi ne devlettir ne de Diyanet; onu yaşama tutunmanın aracı olarak tercih edenlerdir, kaderini de onlar belirlemelidir. Söylediğimiz özetle budur.

Aristo’ yla açtık Freud’ la kapatalım. Öyle ya, bu işin bir de bilinçaltı boyutu var. Şöyle söylemiş üstad: ‘Din toplumsal obsesyonumuzdur; obsesyonlarımız ise bireysel dinimizdir’. Türlü baskıların artarak hüküm sürdüğü, yarı modern, yarı demokratik, yarı aydın, yarısı sağduyu sahibi, velhasıl yarım yamalak bir ülkede nevrotizme yatkın bireyler olarak yaşamaya çalışıyoruz. Yaşasaydı Freud’ a sormak isterdim: “Üstadım, cinselliğin bilhassa dinle bastırıldığı bir toplumun inançlarını devlet katında temsil eden bir kurumun, ‘bir babanın öz kızına duyduğu şehvet, karısıyla olan nikahını düşürür mü?’ sorusuna ‘çocuk dokuz yaşından büyükse haram değildir, düşürmez’ cevabını verdiği iddia ediliyor. Nasıl yorumluyorsunuz?”