Mega köylere dönmüş kentlerde kentlileşememiş köylüler, neoliberalizmin bahşettiği güvencesiz işlerini ve tarihsel afyonlarını yitirmek endişesiyle çıkarcı ve gerici bir iktidar ağının parçası olmayı tercih ediyor

Bundan sonrası uçurum

MURAT MÜFETTİŞOĞLU / mmufettisoglu@gmail.com

Kafka’nın, “her taşkın yayıldıkça sığlaşır” minvalinde bir aforizması vardır. Anarşist “içtepilere” sahip olduğunu bildiğim yazarın bu özlü sözü, gerçek bir toplumsal dönüşümün ontolojisini tanımlamaktan ziyade, iktidar-taraftar/merkez-çevre ilişkisinin zayıf doğasını betimler. Siyaset biliminde söz konusu zayıf doğanın karşılığı pragmatizm; pragmatik ilişkilerden örülü imtiyazlı yapının adı da ‘iktidar kliğidir’.

Babam CHP ilçe yönetiminde uzun yıllar görev yaptı. Seçim dönemlerinde köy köy dolaşırlar; Atatürk, İsmet Paşa ve Ecevit gövdesinden uzanan ‘toprak, aş, iş, emek’ dallarına, Bayar’ın, Menderes’in ve Demirel’in kirli çamaşırlarını asıp giderlerdi. Köylü de arkalarından coşkuyla alkışlardı. O köylü sonradan ANAP’a gitti. Derken, yanlış tarım politikalarından ötürü neredeyse tamamı yerini yurdunu terk etti. Zira devlet/iktidar eliyle palazlanan sermayenin kentlerde ucuz işgücüne ihtiyacı vardı. Gelgelelim, dağların ve bozkırın insanları bu yakıcı çelişkinin farkına bir türlü varamadılar. Nâzım’ın, ‘kabahat senin demeğe de dilim varmıyor ama kabahatin çoğu senin, canım kardeşim’ dizesine ilaveten sol olarak biz de kendimize pay çıkartalım; ‘vebali boynumuza’ diyelim.

Bolşevik Devrimi’nin işçiler ve askerlerle birlikte üçüncü faili Rus köylüsüdür. Çar’ın baskısını, steplerin soğuğunu ve onulmaz yoksulluğu iyi bildiklerinden, isyana ve devrime ayak uydurmakta güçlük çekmemişlerdir. Çin, Vietnam, İspanya, Latin Amerika köylüsü de yamandır. Lakin dünya tarihinde köylünün siyasetle ilişkisi çokluk sağ tandanslıdır. 1789’da ‘eşitlik, özgürlük ve kardeşlik’ mottosuyla yapılan Fransız Devrimi’nin 1804’te karşı bir darbeyle imparatorluğa dönüşmesinde, toprağını kaybetmekten korkup Napolyon’a destek veren Fransız köylüsünün rolü büyüktür. II. Paylaşım Savaşı sonrası A.B.D’den gelen Marshall paketinin hatırı sayılır bölümünün Menderes tarafından köylüye(ki nüfusun %75’iydi) akıtılması, Demokrat Parti iktidarının en büyük stratejisiydi. Elbette köylü de tam destek vererek karşılıksız bırakmadı. Peşinden gelen kapitalist politikalarla toprak ve köy yaşamı suyunu çekince, kırdan kente göç başladı. Kasabalar ara durak görevi görürken, nihai varış noktaları “işin ve umudun” kalbi büyük şehirler oldu.

Bugün oranı %25’in de altında olmasına karşın, köylülük, iktidar-taraftar/merkez-çevre ilişkisinin pragmatik doğasını belirlemeyi sürdürüyor. %75’in kentlerde yaşıyor oluşu tamamının kentlileştiği anlamına gelmiyor çünkü. Göç edenlerin sosyoekonomik yapıları değişse de, politikadan ve politikacılardan beklentilerinde dramatik değişiklikler olduğunu söylemek güç ve fakat anlaşılmaz değil. Batı Karadeniz’in küçük bir kasabasında doğmuş ve köy yaşamını az çok tatmış biri olarak, kırsal varoluştan kopmanın güçlüğünü anlayabiliyorum. Modernizmin biçimlendirdiği kent yaşamına uyum sağlamaksa köylüler için en zoru. Dolayısıyla, bir tür korunma refleksi olarak geleneksel değerlere sarılmaları onlar için “en yakın ve tek seçenek” haline geliyor. Zurnanın ‘zırt’ dediği yer de zaten burası: AKP’nin kurucu kadroları hedefledikleri seçmen kitlesinin “etnik/dini/kültürel” hassasiyetlerini kasten kaşıdılar ve aynı hassasiyetler üzerinden kendilerinin de “mağdur” oldukları algısını yarattılar. Nihayetinde hedef kitleyle aralarında ‘katarsis’ bir ilişki kuruldu: Kendisini parti liderlerinin yerine koyan seçmenler ruhsal bir arınmaya kapılarak adeta liderleriyle bütünleştiler. ‘Köylülük-kentlilik’ ekseninde yaşadıkları travmanın parti/iktidar tarafından “sağaltımı/tamiri” anlamına gelen bu durum, muhtemelen malum parti liderinin ve şürekası yandaş medyanın maddi kaynakları ve cambazlık kredileri tükenene dek sürecek.

1950’lerde Demokrat Parti’nin köylülerle kurduğu ilişki pragmatizmin daha çok maddi boyutuyla(krediler, vergi iptalleri, makineleşme vb) ilgiliydi. Bugün AKP’nin köy kökenli kentlilerle(ya da kentli köylülerle) kurduğu ilişki pragmatizmin “manevi” boyutuyla da ilgilidir. Dolayısıyla altmış yıl öncesinden farklı bir klientalist(himayeci) ağdan söz etmek gerekir. Malum tabanın her türlü algı operasyonuna olumlu cevap vermesinin nedeni budur. Onca hak/hukuk ihlallerine, kanıtlı/belgeli yolsuzluklara, ahlaki/vicdani suçlara, sınırın güneyinde ve kuzeyinde tezgâhlanan savaş politikalarına, göstere göstere gelen canlı bombalara ve sivil ölümlerine gözlerini kapamaları bundan ötürüdür.

Somut bir öğe olan ‘pragmatik akıl’ ‘sosyal yardım ve hayırseverlik projeleriyle’ tatmin edildiğinde ve soyut bir öğe olan ‘üst bilinç’ ‘din ve milliyetçilik gazlarıyla’ şişirildiğinde ‘taraftar meselesi’ büyük oranda halledilmiş demektir. BirGün yazarlarından Rahmi Öğdül’ün ‘Ruhsuz Kuklalar Tiyatrosu’ başlıklı makalesinde belirttiği gibi, “bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla safsatasına inanmayın. Eğer bedeninize sahip olunmuşsa, ruhunuz iktidarın mülküdür zaten.”

14 sene geçti, ancak kazın ayağı artık aksıyor. Bahse konu ‘iktidar-taraftar/merkez-çevre’ ilişkisinin bünyesindeki marazlar bir bir ortaya çıkmaya başladı. İmtiyazlı sınıftaki çatlaklar, yeni çıkar gruplarının ve hiziplerin türemesi, iç/dış politikadaki fikir ayrılıkları, yardımcı aktörlerin ‘esas oğlan’ tarafından filmin dışına alınması dağılma ihtimalinin arttığının göstergeleridir. İktidarın üst aklı büyüyen tehlikenin farkında olduğundan, gencecik canların yitip gitmesi pahasına provokasyonun en gaddarını, manipülasyonun en sahtesini kullanmakta beis görmüyor. Ancak yol bitti; bundan sonrası uçurum!

Öte yandan, iktisada giriş dersinin açılış cümlesine atfen; ‘kaynaklar sınırlı, ihtiyaçlar sonsuzdur.’ “Her eve üç çocuk emrini” de hesaba katarsak, kendi elleriyle yarattıkları ‘kliği’ sonsuza kadar yemleme ihtimalinin sıfırlandığını görürüz. Tarihin paslı sayfalarından bulup çıkardıkları mikro zaferlerle, beş yüz küsur sene öncesinin fetih fantasmalarıyla ve saireyle taraftarlarını oyalamaları, sıfırlama hesabını kendilerinin de yaptıklarının göstergeleridir. Ya da geçenlerde bir dostumun söylediği gibi, ‘hayatta bir baltaya sap olamayanın ilkokul diplomasını çerçeveletip duvara asmasına benzemektedir.’ Velhasıl bu film de öncekiler gibi bir gün bitecektir.

Bu cümleler iktidarla tabanı arasındaki pragmatik ilişkiyi tarif etmek için kurulmuştur. Ve ne yazık ki, gettolarıyla sömürü mekânları arasında mekik dokuyan yoksul kitlenin siyaseten sınıfsallaşamamasının nedenlerindendir. Sol’un kendi içinde mütemadiyen bölünmesi ve Beşer’i bir türlü örgütleyememesi bu nedenlerden azade değildir. Zira toplumsal fail meselesinde ana belirleyen, iç/dış diyalektik süreçler ve kurucu ilişkilerdir.

Mega köylere dönmüş kentlerde kentlileşememiş köylüler, neoliberalizmin bahşettiği güvencesiz işlerini ve tarihsel afyonlarını yitirmek endişesiyle çıkarcı ve gerici bir iktidar ağının parçası olmayı tercih ediyorlar. Üstelik artık toprakları falan da yok; varsa da Anadolu’nun bağrında çoktan ot basmış durumda. Zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmadığını fark ettiklerinde tarihin akışını da değiştirecekler.