Okuyacağınız kendince basit, herhangi bir deniz insanının çok sevdiği kıyısında yaşadığı bir iç deniz ile olan hikâyesidir. Birbirimizi tanımasak hatta başka zamanlar içerisinde yaşamış olsak dahi “Deniz” ortak geçmişi, duygusu, geleceği olan bir ruh albümüdür. Albümün sayfaları birbirine benzer. Deniz olmasa nereye bakıp ruhumuzu onarır dindirirdik? Denizi göremesek nereye girip kalbimizi temizlerdik? Deniz, sevdamızın en güzel tarif öznesidir. Yoksa değil mi bu kadar hoyrat, acımasız ve kötü davrandığımıza göre?

“Bunlar daha iyi günlerimiz…”

SEYİT ALİ ARAL

Deniz insana çok fazla şey hatırlatır. Anımsamasak dahi ilk anne rahmine düştüğün zamanı; korunaklı, sıcak, yer çekiminden azade, bir yandan geliştiğin bir o kadar kırılgan olduğun başlangıcı. Deniz tutkunu olmak onun hissini, dilini, anlattıklarını, geçmişini duymak; kendini ona ait hissetmektir. Suyun içerisindeyken denizi tamamlayan bir parça olduğunu ister üzerinde, kıyısında, uzağında, 35 metre altında seni kabul ettiğinde içine akan huzurlu, meftun ve ölümsüzlük hissini tatmak, koklamak, duymak; vazgeçilmezindir. Şayet bir gün denizden uzak bir yere gider ve orada kalmak zorundaysan geceleri ışık olmayan zifiri kapkaranlık, boş tarlaların olduğu yerleri denizmiş gibi düşleyip; o karanlıkta daldığını hayal etmektir. Bu hissiyat ve nicesi düşkünlükten öte iptila gibi bir şeydir.

Boyundan posundan bahsedeyim Marmara’nın. 20 milyon sene önce büyümeye başlamış bu topraklarda doğu Akdeniz’in başkenti mertebesindeki bu iç deniz hayatına. İlk zamanlar şu andaki seviyesinin 85 metre altındaymış. Bir yandan daha insanlar bu topraklarda mevcut değilken çeşitli rengârenk anlayışı içinde saklamayı iş edinmiş. Yani üst taraftaki akıntıların ısı ve tuzluluğu içindeki yaşam farklı. Alt tabakasındaki akıntıların yönü, içeriği balıkları ve döngü enerjisi çok farklı. Birbirine zıt ve uzak türleri içinde anaç şekilde barındıran, hayat veren, esirgeyen, dengeleyen merhametli bir kucak gibi. Kaç tane akıntı olur ise olsun asla birbirine karışmadan kalbimizden çıkan tüm bedeni dolaşıp oraya bağlanan; bize hayat veren toplar ve atar damarlar gibi. Komşuları da var ketum ve içine kapalı 7000 yaşındaki ergen Karadeniz. İnanılmaz renkli, meraklı, şen şakrak ve keyifli olan Ege ve onun biraz talihsiz, saf, savruk kardeşi Akdeniz. Hepsi arasında o kadar önemli bir sırdaş ki ah Marmara!

Ne gördüm peki orada otuz yıldır. Muhtemel kredi ile almayı düşünülen bir otomobilin bagajına sığmayacak büyüklükte ton balıkları. Sathın 10 santim üzerinde uçan balık sürüsünü kovalamak için sıçrayan devasa akyalar. Şehir hatları vapuru ile seyahat esnasında o sıkıcı sabahı birden karnavala çeviren bir vapur dolusu birbirini tanımayan insanın “Bak gördün mü!” heyecanı “Hay mübarek kesin balık çeviriyor” neşesi ile keyiflendiren yunus sürüsü. Mercan ormanlarındaki renk; kocaman vatozların yüzüşündeki zarafetti bırak dibinden geçerken menevişli gözlerini devirerek sana bakması. Denizin tabanından üzerine birçok varlığın arasındaki rikkatli uyum.

Derken başladı yıllar evvel; salyadan çok önce o lanet insan eliyle. Deniz kıyısında yuva aramak, balık ile beslenemediği için kıyıdan çok içeride çöplüklere, neredeyse dağların yakınına gelen martılar. Genelde ilk kuşlar verir tabiatın dilini okumayı biliyorsan çıkmazda bir şeylerin olduğunu; ya ölürler veya dönmemek üzere göç ederler. Sonra devam etti adı; “Derin Deniz Deşarjı.”

Ne kadar pislik, zehir, kimyasal atık var ise bastıkça bastık kanallar ile. Sadece İstanbul’dan değil iç deniz çevresindeki tüm illerden, endüstri noktalarından. Teknoloji, para, bilgi, yetenek, insan, uzman ve üretim olarak ne yapmamız; hatta ne yapmamamız gerektiği bilindiği halde. Ölçek olarak ince bir giriş çıkışı olan sanki fosseptik çukuru varsaydığımız Marmara’ya; göz görmeyince gönlün “bana ne” diyeceği uzaklık ve derinliğe bastık irini. Sanki günü birinde suratımıza tükürmeyecek, her yerine doldurduğumuz zehri üzerimize kusmayacakmış gibi.

Hâlbuki komşularımız kıyılarına gözü gibi bakıyor, kolluyor. Balık rejimlerini birkaç yerel ailenin eline ve keyfine bırakmıyor, sularındaki her canlının envanterini çıkarıyor. Yarın pisliğimiz onların kıyısına vurunca bu işin sadece “Marmara’nın balığı artık yenmez, bu sene denize de girilmez!” ile mi sınırlı kalacak. Defaten tüm apartman uyardığınız halde gecenin bir vakti üst kat komşusunun umursamazlığı, paragöz ve boş vermişliği, tercihli cehaleti yüzünden kanalizasyonun patlayıp evinizin mutfağına, salonuna, çocukların yatak odasına oluk, oluk lağım aktığında ne düşünürdünüz?

Şimdi ise ne var derinlerde? Hiçbir şey!

Birçok denize daldık, yağmur sonrası, lodos ertesi, gece, gündüz, fırtına. Hayatımda bundan önce böyle bir şey görmedim, hayatımda bundan sonra da böyle bir şey göreceğimi zannetmiyorum. Bilimkurgu filmlerinin giriş sahnesindeki öncü keşif timinin şaşkın, tedirgin “Burada ne oldu, nasıl yok olabilir ki bu kadar büyük bir alan!” gergin ruh hali. Suyun altı olduğu gibi boza kıvamında, yapışkan, sümüksü bir bulut ile kaplı bir karanlığa mahkûm. Yön, boyut, yukarısı, aşağısı tam bir vertigo cenderesi içerisinde. Gözleriniz açıkken göz bebeğinizin üzerine şeffaf koli bandı yapıştırılmış; hiçbir objeyi net, olduğu gibi, şekli ile görmüyorsunuz. Dalga dalga her yerinizi örten bir bulanıklık, klostrofobi ile ruhunuzu da tıkanıyor. Canlıların çoğu acımasız şekilde boğulmuş. Hayatta kalabilenler (şayet o bölgede var ise) kovuk, mağara diplerine müsilajın giremediği içerlek alanlara sığınmış. Ağız ve solungaç hareketlerinden; yüzüne ıslak havlu kapatılıp başına plastik torba geçirilen bir insan soluğunda boğulma, havanın yetmeme hissinin hırıltılı sesi duyuyor aklınız. Açlıktan ve havasızlıktan muhtemelen siz bu satırları okurken onlar da yokluğa karışmıştır. Su üzerinde ise müsilaj saçınıza, sakalınıza, kirpiklerinize bulaşıyor, teçhizatınıza yapışıyor, yıkasanız bile çıkmıyor balgam kıvamındaki “şey.”

Kafalarda aynı soru değil mi “Bundan sonra ne olacak?”.

Kaz dağlarındaki siyanür. Kuzey Ege’den Akdeniz havzasına kadar binlerce taş ocağı. Maden için kesilen 800 yaşında Selçuklu İmparatorluğunu bile görmüş ağaçlar. Kuzey Ormanları’nda torunlarımızı bile borçlandıran yol ve köprüler için budama. Kuşların dahi değişen ve yok olan göç yolları. Salda Gölü’nden bahsetmenin anlamsızlığı. Akdeniz fokundan, Anadolu parsına kadar tek bu bölgede yaşayan karada, havada, denizde, her yerde sadece burada yaşayan canlıların yok oluşu. Zeytin yasası kabul edilirse 170 milyon ağaçtan 120 milyonu kesmek için bekleyen iştahlı yağmacılar. Terör bahanesi ile Güneydoğu’nun alakasız bölgelerinde yakılan ormanlar.

Hayattan aldığınız her nefesin payını geri vermek derdindeyseniz, Gezegenin neresinde olursa olsun her tabiat parçasından fışkıran canlılar Kâbe’niz ise; olan bitenden haberdarsınız lafazanlığa lüzum yok. Kısaca şu okuduğunuz konularda ne oldu ise aynısı olacak. Koca bir “hiç” daha.

Bazı incelikli konular vardır. Kutsiyeti, ayrı seçkinliği insanlığın varoluşundan beridir süregelir. Misal çocuk, kadın, yaşam, doğa, tabiat, aile. Bu konular hangi görüşten olur ise olsun bir avuç bilgisiz, tüm hayali, karakteri, kapasitesi, ideali palavradan kazandığı para, avanta. Çakarlı, siyah makam arabasından menkul, takım elbiseli ucube cemaat, parti veya zevatın merhamet ve insafına kalırsa. O müsilaj Marmara denizini değil torunlarımızın çocuklarına, onların geleceğine kadar tüm ülkeyi yaşama şansı bırakmaksızın örter.

Elçiye zeval olmaz. Ne niyet okuyor ne de felaket tellallığı dert; son rica.

Elinizin suya batırıp çıkartın ve bakın. Yüzeyi ince bir tabaka ile kaplandı değil mi. Hah şimdi Marmara boyutunda sahip olduğumuz bizlere bu bölgede geçmişten beridir hayatımızın devamlılığını sağlayan su miktarı ölçek olarak bu; ince bir su tabakası yani. Bu kırılgan denizin örselenmesi, kimyasının bozulması sonucu olabilecekler dini kitaplarda yazan kıyamet tarifinin çok daha üzerinde. Yaşamın başladığı ve sürdürüldüğü her yer kutsal, saygın ve dokunulmazdır. Ona yapılacak saygısızlığın cevabını sürdürmeye çalıştığımız hayatlarımızın kendisi alır. Marmara’nın bizlere söyleyeceği çok daha ağır cümleleri utanarak, çaresiz bir mahcubiyet ile duymaya başlayacağımız bir zamana geldik ve bu cevap zannedilenden çok daha uzun sürecek. “Nereden biliyorsun?” derseniz yıllardır onun derinlerine dalıp; kelimesini dahi kaçırmadan, kristal netliğinde anlattıklarını dinliyorum birçok deniz tutkunu gibi.

Okuduğunuz kendince basit, herhangi bir deniz insanı, bir dalgıcın çok sevdiği; çocukluğundan beri kıyısında yaşadığı size yazdığı bir iç deniz ile olan macerasıdır. Bizlerin, hepimizin sanıldığından çok önce başlamış Bizans, Roma, hatta İstanbul’da fedailik yapmış Vikinglere, Osmanlı’ya kadar uzanan bir varoluşun ortak hikâyesidir.

Bu hikâyenin devamı artık sizlerin, kıyıda ve karadakilerin elinde…