Lübnan’da esir düşen THY pilotları,dokuz Lübnan’lı tutsağın Suriyeli isyancılar tarafından salıverilmesinin ardından serbest kalınca haklı olarak sevindik. Başlarına gelen felaketinse iş tanımlarıyla hiç alakası yok. Pilotluk aslında oldukça güvenli bir meslek. Çünkü günümüzde seyir halindeki bir yolcu uçağında bir şeylerin ciddi anlamda ters gitmesi oldukça zor. “Uçak Kazalarının Etnik Teorisi” adlı makalesinde Malcolm Gladwell tipik bir kazanın art arda yapılan yedi hata sonucu ortaya çıktığını söylüyor (Outliers, 2008). Bize daha sonra anlattığı hikaye ise, son yıllarda gündemi takip eden bütün T.C. vatandaşlarına bir yerlerden tanıdık gelecektir.
5 Ağustos 1997’de Kore Havayolları’na (Korean Air) ait bir Boeing 747 Guam havaalanına inmeye hazırlanırken alanın 3 mil güneybatısındaki Nimitz Tepesi’ne çakılır. 1976’yla 1997 arasında gerçekleşen bu dokuzuncu ölümlü kazanın ardından uluslararası sivil havacılık çevrelerinde havayolunun itibar kaybı öyle bir noktaya varır ki, Delta ve Air France kurumla olan ortaklıklarını askıya alırlarken ABD ordusu mensuplarına bu havayoluyla uçmayı yasaklar. Hatta “sadece bir şirketin değil, ülkemizin onuru söz konusu” diyen Kore Devlet Başkanı Kim Dae-jung bile başka bir havayolu firmasının uçağıyla seyahat etmeye başlar.

Raporlara göre kaza günü kaptan pilot yorgun, hava yağmurlu, havaalanındaki bir sistem arızası sebebiyle de iniş normalden biraz daha zor.

Ne var ki “bunlar” uzmanlara göre iyi bir ekip çalışması ve doğru bir iletişimle rahatlıkla üstesinden gelinebilecek şeyler. Kokpitte geçen konuşmalar incelendiğinde ortaya çıkansa, kabaca, uçağın otoriteye saygı sebebiyle düştüğü.

Korece’de konuşanla dinleyenin sosyal konumlarına göre kullanılan tam altı değişik hitap şekli olduğunu söylüyor Gladwell (bizdeki “alır mısın/alır mısınız/alırlar mı acaba?” gibi). Suyun bile hiyerarşi sırasıyla içildiği bu dost ve kardeş ülke, kültürlerin otoriteyle kurdukları ilişki üzerinden ele alındığı PDI endeksinde (Hofstede) tepeye oynuyor: insanların iktidar sahibi olduklarınıneredeyse saklamaya çalıştıkları Danimarka ya da Yeni Zelanda gibi ülkelerin pilotlarından beklenebileceğin aksine, Kore Havayolları’ndaki pilotlar kaptan pilotu iş birliği içinde oldukları bir ekip şefi olarak değil, koşulsuz biat edilmesi gereken bir lider olarak görüyorlar. Gladwell kokpitteki son dakikalara bir de bu gözle bakıyor. Durum şu: uçuşun sonlarına doğru yardımcı pilot bir şeylerin ters gittiğinin farkında, fakat bazı kritik noktalarda yaptığı geri bildirimlerle yorgun kaptanı ve tüm uçağı felakete sürüklüyor.

Kazadan yirmi dakika önce yardımcı pilot “burada da ne çok yağmur yağıyor, değil mi?” deyip ardından “meteoroloji radarı bize çok yardımcı oldu” diye ekliyor.
Söylemeye çalıştığıysa, “net bir görüşümüz yok, manuel iniş yapmak istiyorsunuz, ama hava bu kadar kötüyken ya pisti göremezsek ne yapacağız?”.
Kaptan sadece “haklısın” diyor. Çarpmadan 11 saniye önceyse, yardımcı pilot kaptana alanı pas geçmeyi öneriyor; ama böyle durumlarda, yani kaptan pilotun çok kritik bir hata yapmakta olduğundan emin olduğunda yapması gerektiği gibi uçağın kontrolünü devralmıyor, sadece konuşuyor. Kaza raporuna göre yardımcı pilot tam o anda inisiyatif alsaydı uçak dağa çarpmayacaktı. Bir dizi kazanın son halkası olan bu trajik hikaye, ciddi bir reformla sonuçlanıyor ve bugün Korean Air 1999’dan beri hiçbir ciddi vukuatı bulunmayan saygıdeğer bir kurum.

Bu dönüşümü ise, kokpitte İngilizce konuşmayı zorunlu kılarak başarmışlar. Bununla yardımcı personelin kendini çok daha net ve dolaysız ifade etmesi amaçlanmış, ve amaca da ulaşılmış gibi gözüküyor.

Şimdi bu hikayeyi göz önünde bulundurarak, Ortadoğu’nun zalim dehlizlerinden kurtulmalarına şükrettiğimiz pilotların şerefine o ünlü klişeyi bu haftalık değiştirelim: hepimiz aynı uçaktayız. Uçaklar da kolay kolay düşmüyor.

Ayrıca bir uçak düştüğünde bile yolcuların kurtulma şansı var (çeşitli kaynaklara göre %25’le %60 arasında). Yalnız uçak düşerse kime ne olacağını kaptan pilotun hangi yolcuları ne kadar sevdiği belirlemiyor maalesef.