Seçim sonrasında “ben söylememiş miydim” korosu sahnedeki yerini aldı. İktidarın kaybedeceği seçime girmeyeceğini iddia edenlere göre 24 Haziranda bir şeyleri değiştirmek için gece gündüz çalışanlar boşa kürek çekmişti. Meydanları doldurmak, havuz medyasını boykot etmek, sandıkları terk etmemek, YSK önünde beklemek hepsi tam teşekküllü bir mizansene katkı yapmaktan öteye bir anlam ifade etmiyordu. Ne öneriyorsunuz sorusuna tatmin edici tek bir yanıt üretmeden sahadakileri saflıkla itham edenler bir yana dursun, bir de artık zinhar sandığa gitmeyeceğini söyleyenler çıktı. Bu koşullarda yalnızca sandığa gidip sonra da ilk hayalkırıklığında küstüm oynamıyorum diyenlerin benmerkezciliğiyle “biz demiştik” kibrinin çok ortak noktası var.

Bugün için “iktidar aslında kan kaybetti” naifliği ne kadar tehlikeliyse müzmin karamsarlık da o kadar tehlikeli. O nedenle bardağın hem dolu hem de boş tarafına bakmakla yükümlüyüz.

* AKP, 12 Eylül referandumundan bu yana sürdürdüğü, 16 Nisan’da resmiyet kazandırdığı rejim değiştirme projesini idari - kurumsal anlamda nihayete erdirdi. Yüksek komuta ve yüksek yargı tek adam rejimine çoktan boyun eğdi. Önümüzdeki dönemde hızla çıkarılacak uyum yasaları teferruattan ibaret. AKP ile MHP arasında yeni rejimin kurumsallaşması bağlamında ciddi bir restleşmenin patlak verme ihtimali de düşük.

* AKP’nin tek başına meclis çoğunluğu elde edememesi elbette iktidar hanesine yazılan eksi bir puan. Ancak AKP’nin Meclis aritmetiğinde MHP’ye muhtaç gibi görünmesinden muhalefet lehine umut devşirilemez. Aksine MHP’nin kilit konumu rejimin açık faşizme gidişini hızlandırır. Bahçeli’nin ve Soylu’nun tehditleri buna kanıttır. AKP-MHP koalisyonu, tıpkı önceki AKP-Fethullahçılar koalisyonu gibi devleti paylaşma ve reorganize etme ortaklığıdır. MHP’nin güvenlik bürokrasisini tümüyle ele geçirmek isteyeceğini, adalet ve içişlerinde mevzi kavgası yaşanacağını öngörmek mümkündür. Ancak bu bloku çatırdatacak olan iç kavgalar değil toplumsal muhalefetin ne yaptığıdır.

* Saray’ın gücü ile Meclis’in yetkisi arasındaki asimetri mevcut kompozisyonda iktidarın lehine muhalefetin ise aleyhine. Meclis’in çok daha işlevsel olduğu günlerde iktidarı köşeye sıkıştıramayan muhalefetin bunu şimdi başarması pek olası görünmüyor. Dolayısıyla “Meclis’te geçit vermeyiz” iddiası boş bir vaatten öte bir anlam ifade etmiyor.

* Meclis’te muhalefetin politik çeşitliliğinin artması yasama-denetleme işlevinden çok meclisle sokak ilişkisi bağlamında kıymetli. Özelleştirilen fabrikaların, yoksullaşan çiftçilerin olduğu yerde AKP çok oy aldı tekerlemesine hapsolmadan, 24 Haziran öncesinde olduğu gibi meydanlar, kahvehaneler, fabrika önleri politik tartışmanın mayalandığı, halk katılımının yükseltildiği yerel meclislere dönüştürülmeli. Acı reçete kapıdayken yalnızca seçim zamanı değil 365 gün emekçiyle, işsizle, gençlerle omuz omuza olunmalı.

*“İktidar bloku yönetim krizi içindedir” iddiasından umut devşirmekten vazgeçilmeli. Bu rejim, krizler üzerine inşa edilmiş bir olağanüstü idare tarzı. Toplumun tümüne dair rıza üretimine ihtiyaç duymayacak kadar bölünmüş toplum tezinden güç alıyor. Normalleşme beklentisi de muhalefetle ılımlı ilişki tavsiyeleri de rejimin gerçekliğiyle bağdaşmayan, aldatıcı laflar. OHAL’in kalkma ihtimali sermaye çevreleriyle yeni rejimin kurumsallaşmasına dair pazarlığın bir parçası, özgürlükler ve adalet açısından zerre kadar ilerleme olmayacağı aşikâr.

* Ana muhalefet partisi kendisine yönelik 15 Temmuz’dan çok önce başlayan iktidar saldırılarına karşı uzun soluklu bir direnç gösteremediğinden kazandığı mevzileri hızla kaybetti, kaybediyor. Berberoğlu’nun tutuklanmasında gördüğümüz üzere ilkin yüksek sesle tepki veriyor fakat hızla “normal” koşullarda siyaset ayarlarına dönüyor. Bu hata 24 Haziran akşamının yönetilememesine, iktidarın CHP’ye seçim gecesi verdiği gözdağına, Soylu’nun şehit cenazesi talimatına kadar uzanıyor. CHP, dostlar alışverişte görsün misali tepkiler vermekten vazgeçmedikçe yalnızca CHP’liler değil tüm muhalifler bedel ödemeye devam edecek.

* 24 Haziran öncesi muhalif politik dalganın yükselişi bir kez daha teslim olmayan milyonların varlığını gösterdi. Su çatlağını buluyor, Gezi’de, 7 Haziran’da, Hayır kampanyasında, Adalet Yürüyüşü’nde nasıl kendini gösterdiyse seçim sonrasında da varlığını sürdürecek. Üniversite mezuniyetlerinde cesaretle boyun eğmeyeceklerini haykıran gençler bu iradenin göstergesi. Bundan sonra iki çok temel görev önümüzde duruyor. İlki ilerici, laik, sol, demokrat kitlenin tek adam rejimine karşı direncini arttıran mekanizmaları inşa etmeyi sürdürmek, ikincisi ise ‘karşı mahalleye’ sesimizi duyurmanın araçlarını bulmak. Her ikisinin yolu da yüzünü halka dönmekten, gündeliği örgütlemekten geçiyor.