Bir bayram daha bitiyor. Bir ay daha. Bir ay sonra bir yaz daha…

Bizim ilk albümümüzün adıydı “Bir Yaz Daha Bitiyor”. Gökhan ile benim gitar akorları üzerine çalışırken ortaya çıkan bestemizin üzerine amca’nın sözlerini yazdığı çok özel bir şarkıdır. Yanlış hatırlamıyorsam amca (İlhan Şeşen) şarkıyı dinledikten sonra buna dokunmayın sözlerini ben yazacağım deyip çok kısa bir süre sonra Bursa’dan

“Bir yaz daha bitiyor/Gökyüzü bulutlandı/Dalgalar yorgun ağır/Kıyıda soluklanırlar gibi” dizeleriyle başlayıp ikinci dönüşünde “Tatlı sözler vefakâr /Adresler telefonlar/Verilip alındılar/Sanki aranacaklar gibi” diyerek gönderdiği bütün yaz aşklarına selam durduğu bir şarkıdır Bir Yaz Daha Bitiyor.

Hangimiz yazlıklarda , seyahatlerde kaldığımız pansiyonlarda kampinglerde yeni tanıştığımız birilerine aşık olmadık ki. Hiç tanımadığımız uzaktan uzağa bakıştığımız insanlar için günlerce ağlayıp ucuz şaraplarla sayısı belirsiz biralarla sarhoş olmadık… Arkadaşlık teklif etmeyi düşünüp de reddedilmek korkusuyla bütün bir yazı; hiç bitmeyecekmişçesine heyecanla geçirip sabah uyandığımızda müstakbel sevgilimizin çoktan gitmiş olduğunun şokunu… Ya da kendisine ve kimseye açılıp konuşamadığımızdan platonik yaz aşkımızın en yakın arkadaşımızla el ele sahilde yürümesinin hüznünü…

Şarkılar hayatımıza eşlik ediyor, sevincimize de, hüznümüze de. Yıllar sonra dinlediğimiz eski bir şarkı o anı o atmosferi yeniden yaşamamıza neden oluyor.

Ben “Hotel California”yı ne zaman dinlesem Kalkan’da Limasollu Naci İngilizce kampında gitar çalan bir turisti de karşımda görüyorum.” Yağmur”u dinlediğimde Bodrum’da bir lokantanın merdivenlerinden terasa doğru hızlıca çıkıyorum. “Wish You Were Here”ı her duyduğumda turuncu renkli bir kasetçaların “play” tuşuna basıyorum. Köln Konseri’nde ise elimdeki cd’leri Keith Jarret’in imzalamasını heyecanla bekliyorum.

Şarkılar kadar o şarkıları icra ettiğimiz mekânlar da çok önemli. Ya da sadece müzik olarak da bakmamalı. Hatta performans mekânı olarak da bakmamalı.

Yaşar Kemal’in gittiği meyhane de önemli, Yılmaz Güney’in set aralarında çayını içtiği kahvehane de. Attila İlhan’ın her gün düzenli olarak gittiği pastahane de korunmalı,

Adile Naşit’in Hababam Sınıfı’nda elinde zille merdivenlerinden koşarak indiği Adile Sultan Kasrı da.

Ama ne yazık ki hoyratça gerçekleşen betonlaşmadan ve de sanata layık görülen ilgisizlikten tiyatro ve sinema salonları açık hava sahneleri de nasibini aldı.

Bir zamanlar konserler verdiğimiz Rumelihisarı’nda tam da sahnenin olduğu yere bir mescit konuldu da ne oldu? Yedikule Zindanlarında zamanın cumhurbaşkanının da şarkı söylediği sahne artık yok.

Muzır Müzikal oynanırken Şan Tiyatrosu yakıldı, görevli bekçi de içinde acımasızca can verdi. Ne durumda olduğunu bilen yok. 1954 yılından beri hizmet veren ve yazarlar, ressamlar, edebiyatçı ve sinemacıların uğrak yeri Refik kapandı. Beyoğlu’ndaki Markiz Pastanesi, İnci Profiterol kapandı. Kemal Sunal’dan Tarık Akan’a, Yaman Okay’dan Bilge Olgaç’a, Aytaç Arman’dan Bülent Kayabaş’a kadar çok önemli isimlere ev sahipliği yapan Arif Keskiner’in efsane yeri Sinema Sevenler Derneği -Çiçek Bar- bambaşka bir hüviyete büründü. Buralara sadece basit birer işletme olarak bakmamak lazım. Buralar toplumsal hafızamızın en önemli mekânları.

Sadece bir örnek vereceğim yurtdışından. Kafka’nın gittiği Prag’daki Cafe Savoy 1893 yılından beri hizmet veriyor. Kimse orayı nargile kafe yapmayı aklının ucundan bile geçiremez. Zira her yıl milyonlarca turist sadece o kafeyi görmek için Prag’a geliyor.

Şimdilerde de birçok önemli sanatçıyı yetiştiren Kadıköy Rıhtım’daki İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nın Göztepe’deki yerleşkeye taşınması için çalışmalar yapılıyor. Yapmayın değerli yöneticiler. Keman, piyano, gitar seslerinin yükseldiği, martıların onlara eşlik ettiği bu güzelim binaya ve sihirli atmosferine dokunmayın. Lütfen… Bari buraya dokunmayın.