Diyarbakır'da kız imam hatip okulunda Hizbullah'a üyelikten hapis yatıp çıkmış bir öğretmen, öğrencisine cinsel istismarda bulunduğu iddiasıyla hakkında dava açılınca, yaklaşık 1,5 yıl önce mağdur öğrencinin babasına mektup yazarak sitem etmiş ve meselenin laik hukuk ile değil şeriata göre halledilmesini talep etmiş. Şimdi bu olaya münferit diyecekler ama inanmayın, okullardaki ve dini yurtlardaki çocuk istismarlarının nasıl vakayı adiye hale geldiğine bakın. Sonra faillerin kimliğini bir kenara yazın. Göreceksiniz ki benzer tüm hadiselerde kendini dini kurallara göre savunanlara kapı aralayan bir siyasi iklim var.

1990'ların başında demokrasi ve çok kültürlülük adına tartıştırılan "çok hukukluluk" AKP iktidarından zemin bularak yaygınlaşıyor. Tek yaygınlaşan da o değil. Sağlıktan eğitime tüm alanlarımız dinselleştiriliyor. Eskiden merdiven altı olan ve dini mülahazalarla teşvik edilen hacamatın, sülük tedavisinin devlet hastanelerine girdiği, aşı karşıtı kampanyaların popülerlik kazandığı günlerdeyiz.

Pedagojik itirazlar dikkate alınmaksızın 2013 yılında başlatılan 4-6 yaş için Kuran kursu uygulaması devlet eliyle yaygınlaştırılıyor. Minicik çocuklar, müftülerle il milli eğitim müdürleri arasında yapılan protokollerle Kuran kurslarına teslim ediliyor. Böylece ilkokul dördüncü sınıfta başlayan zorunlu din eğitimi, ana okulu seviyesine çekiliyor. Çeşitli cemaatler Diyanet bünyesinde açılan 4-6 yaş kurslarının zorunlu eğitim kategorisine alınması için bastırıyor. "Şimdilik" beklemede olan bu teklifin bir gün ansızın karşımıza gelmeyeceğini kim söyleyebilir.

2016'da başlatılan yurtlarda "manevi rehberlik" pilot uygulaması da protokol marifetiyle tüm illere yayıldı. Böylece ana okulundan üniversiteye her yerde Diyanet'in kadroları hakimiyetini perçinliyor. Diyanet'in fetva ve açıklamaları "devletin yeniden yapılanmasında" ayrıcalıklı konumunu tescilleme üzerine kurulmuş sanki. Cemevlerini kırmızı çizgi ilan eden, feminizmi ahlaksızlık olarak yaftalayan, her yıl piyango biletini haram ilan eden Diyanet'ten iş cinayetlerine, Saray'ın dudak uçurtan harcamalarına ya da talan edilen doğal zenginliklere dair bir açıklama duydunuz mu? Duyamazsınız çünkü Diyanet mevcut tahakküm ve sömürü sisteminin bir aparatıdır.

Dini rejim davulla zurnayla gelmez
Bundan 20-25 yıl önce siyasal İslam vites arttırdığında en büyük korkulardan biri İran tipi bir İslami Devrim’in Türkiye'de de gerçekleşmesiydi. 1979 İran Devrimi, seksenlerde genç olan İslamcı kuşağı derinden etkilemişti. Gerçekten de "kanlı bir devrim" ile Türkiye'de rejimin değiştirilebileceğini düşünüyorlardı. Laik ve Atatürkçü kimliğiyle bilinen yazarların suikaste uğradığı, Madımak katliamının yaşandığı bir dönemde laik kitleler kaygı ve tedirginlik içerisindeydi. Cemaleddin Kaplan Almanya'da şeriat çağrısı yaparken, onun ya da bir başka birinin Humeyni gibi memlekete dönüş senaryoları gündemdeydi. Kaplan Türkiye uçağından hiç inmedi, bir günde "İslami Devrim" olmadı ama İslamcıların laik rejimle kavgası da bitmedi. 28 Şubat öncesi ve sonrasında hakim olan İslami rejim algısı orta vadede en çok İslamcıların işine geldi. Nasıl mı?

1990'larda ve hatta 2000'lerin önemli bir kısmında şeriat denilince Türkiye toplumunun imgeleminde Afganistan, Pakistan ya da Körfez ülkelerinden manzaralar beliriyordu. Burkalar, kadınlar için araba kullanma yasakları, içkinin men edilmesi, kırbaç cezaları vs. Bu da beraberinde AKP'nin tüm dinselleştirme politikalarına karşı Türkiye'nin halihazırda laik bir ülke olduğu imajını besliyordu. Halbuki ne şeriat burka ile ölçülebilirdi ne de seküler bir medeni hukukun varlığı, tek başına laik rejimin teminatıydı. İslamcılık iktidara geldiği coğrafyalarda başka yöntemler izliyor, her ülkede kamusal alanın dinselleştirilmesi farklı görünümler alıyordu. Bugün 'Türk tipi başkanlık sistemi' derken 'Türk tipi molla rejimine' doğru bizi sürükleyen şey İslamcılığın yerli versiyonunu kavrayamamış olmamızdır.

Türkiye'deki tüm laik kesimler üzerinde anlamsız "mahcubiyeti" bir kenara atmalıdır. Laiklik savunusu, toplumsal ilişkileri somut gerçekler ve dünyevi hedefler doğrultusunda yeniden örgütlenmelidir. Yalnızca AKP'ye karşı değil, sivil ve askeri bileşenleriyle bütün bir oligarşiye karşı pozisyon almalı yani cesur olmalıdır. "Hakiki İslam" tartışmasını, dini akıl ile birleştirme arayışlarını ya da kapitalizme mesafeli Müslümanlardan "değişim" için medet umma telaşını bir kenara koymalıdır. Bu her türlü seçim gündeminden bağımsızdır ve doğrudan yaşamı ve geleceği savunmakla ilgilidir. Çok geç olmadan, dizlerimizi dövmeden…