Şirketler bu düzeni sürdürülebilir kılmaları gerektiğinin ve bir çalışanı kovmanın maliyetinin farkında... Yaratılan ‘aile ortamı’ sayesinde şirkete karşı sadakat ve aidiyet duygusu oluşuyor ve çalışanın sosyal çevresi bir süre sonra yalnızca iş arkadaşlarından oluşmaya başlıyor.

‘Burnout’ beyaz yaka

Abdullah Öztürk

Çarşamba, perşembe ve cuma günleri normal iş gününe ek olarak mesai saatleri dışında da çalışmam istendi. Üç gün art arda gece geç saatlere kadar çalıştım. Mesai saatlerimi fazlasıyla doldurduğum halde çalıştığım şirkette bazı kişiler beni ‘gereken’ desteği vermemekle suçladı. Suçum, cuma gecesi uyuyor olmak. Şirket içerisinde bu tavırdan rahatsız olduğumu belirtmemin bedeli ise plaza diliyle ‘burnout’ yani tükenmiş olarak yaftalanmak…

Yukarıdaki hikâyenin çoğumuza sıradan geldiğini biliyorum. Bu, maalesef kanıksadığımız bir durum. İçinde bulunduğumuz düzen, yöneticileri de çalışanları da ‘normal’in çok çalışmak, fazla mesai yapmak olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Bu yazıda benim niyetim emek-sermaye çelişkisi bağlamında yüzlerce yıldır tartışılan konulara dair büyük şeyler söylemek değil. Sadece bir özel sektör çalışanı olarak fazla çalışma baskısına dair deneyimlerimi ve görüşlerimi paylaşmak istiyorum.

Çoğu kişi iş hayatının bir noktasında baskı hissetse bile bunu iş hayatının bir parçası gibi görüyor. Özellikle deneyimi az olan kişiler, çalışma hayatında fazla mesai yapmayı normalleştirmiş durumda. 2018 yılında yapılan bir araştırmaya göre OECD ülkelerinde bir kişi haftada ortalama 40 saat çalışırken yine bir OECD ülkesi olan Türkiye’de bir kişi haftada ortalama 48 saat çalışıyor. Kişisel gözlemim ise Türkiye’de özel sektörde haftada 50 saatin altında çalışan kişi kendisini şanslı sayıyor. Şirketlerin birçoğu çalışanlarını fazla mesaiye zorluyor. Bu çabayı kimi zaman kuru bir teşekkürle geçiştiren şirketler kimi zaman da maddi motivasyonlara başvuruyorlar. Fazla efor gösteren kişilerin ödülü ise genelde maaş artışı veya terfi. İş yerindeki statüsü iyileşirse, çalışan emeklerinin karşılığını aldığını düşünüyor ve temposunu artırarak çalışmaya devam ediyor. Bu kişi örnek gösteriliyor ve şirketin medar-ı iftiharı haline geliyor. İlk bakışta alanın da satanın da razı olduğu bu düzende hiçbir sıkıntı yok gibi görünüyor. Fakat işin aslı öyle değil.

Temel sıkıntı tam bu noktada başlıyor. Bizim ‘normal’ dediğimiz şeyi içinde bulunduğumuz düzen belirliyor. Bir çalışan fazla çalışma konusunda baskı gördüğünde başka şirketlerin koşullarının da benzer olduğunu görüyor. Dolayısıyla bu durumu kabulleniyor, vaziyetine razı olmayı seçiyor. Eğer çalıştığı koşullara razı değilse de ya istifa ediyor ya da şirketine çalışma koşullarına dair duyduğu bu rahatsızlığı belirtiyor. Bu noktada çalışan, şirketi tarafından ‘burnout’ olarak tanımlanıyor.

Bu kişi değerli bir çalışansa şirket maddi veya manevi bir motivasyon mekanizması arıyor. Kişinin bu tükenmişliği ise Türkçe’nin plaza lehçesine ait ‘burnout’ tabiriyle tanımlanarak bir nevi normalleşiyor. Çalışma arkadaşları bu kişinin ‘burnout’ olduğunu biliyor ve o kişi bir süre bu etiketle dolaşıyor. Çoğu durumda bu tabir olumsuz bir yaftalamaya dönüşmese bile diğer çalışanlar tükenen bu kişinin çalışma hayatına ayak uyduramadığını düşünebiliyor.

Şirketler çalışma hayatına yeni dâhil olmuş kişinin bu düzene bir an önce adapte olmasını ve fazla mesai yapmasını arzuluyor. Bunun karşılığında ise bonus, terfi gibi ödüller vaat ediyor. Çalışanlar, ya isyan bayrağını çekip ‘burnout’ oluyor ya da bu sus payını alıp düzene adapte olmaya çalışıyor. Bir noktadan sonra işi dışında hiçbir şeye vakit ayıramayan çalışanlar düzenin değişmesine dair hiçbir umudu ve beklentisi olmadan alışmaya çalışıyor. Şirketler bu düzeni sürdürülebilir kılmaları gerektiğinin ve bir çalışanı kovmanın maliyetinin farkında. Bu yüzden adaptasyonu kolaylaştırmak için çalışma sonrası aktivitelerle, ‘happy-hour’larla, sosyal etkinliklerle şirket çalışanlarının sosyal ilişkiler kurmasını teşvik ediyor. Böylece şirket çalışanına değer verdiği imajını da kurmuş oluyor. Yaratılan bu aile ortamı sayesinde şirkete karşı sadakat ve aidiyet duygusu oluşuyor ve çalışanın sosyal çevresi bir süre sonra yalnızca iş arkadaşlarından oluşmaya başlıyor. Çalışanın sosyal ilişki alanını şirketi belirliyor ve hayattaki tüm motivasyonu işi etrafında şekilleniyor. Çalışan, şirketinin belirlediği sosyal alana ve kariyer hedeflerine hapsoluyor, özgürlüğünü büsbütün yitiriyor.

Bu düzende insanca çalışma hakkı hiçbir koşulda sağlanmıyor. Ya istifa edeceksin, ya da bu tempoya ayak uyduracaksın. Çalışanlar, çoğu zaman şirket içinde yaşadıkları rahatsızlıkları dile getiremiyor. Dile getirseler bile bunu şirket içinde imajlarının zedelenmesi pahasına yapıyor. İnsanca yaşama ve çalışma hakkı ancak ve ancak örgütlü bir mücadele sonucu elde edilir fakat özel sektörde bu mümkün görünmüyor. Çevresindeki insanların bu çalışma koşullarına alıştığını görenler bir süre sonra kendileri de duruma razı oluyor. Çalışan dostu olarak bilinen şirketler ise işin başka bir boyutu. Çalışanlarının şirketle manevi bağını kuvvetlendiren bu şirketler, çalışanlarını fazla mesai yapmaya ‘gönüllü’ hale getiriyor ve bu kişileri haftada ortalama 70-80 saatlere kadar çalıştırabiliyor. Aynı şirkette haftada 45 saat çalışan biri göreceli olarak az çalıştığını düşünerek kendisini suçlu hissediyor. Fazla çalışmak bir şirket kültürü haline geldiğinde de yönetici, her çalışanından aynı ‘fedakârlığı’ bekliyor.

Şirketler, çalışanların bu fazla çalışma düzenini sorgulamalarına hiçbir şekilde müsaade etmiyor. Kendi normlarına aykırı bir uzlaşı metodunu asla seçmiyor. Bir çalışan yorulmuşsa onun bir süre dinlenmesi ve sonrasında da motivasyonu yüksek bir biçimde aynı koşullar altında çalışması isteniyor. Alternatifsiz kalan çalışana da buna razı olmak düşüyor. Durumuna razı olanlar, çalışma arkadaşlarının koşullarının da benzer olduğunun rahatlığıyla fazla mesaiye alışıyor, alıştırılıyor ve mevcut düzeni sorgulamıyorlar. Fakat şunu unutmamak gerekiyor; bizi tükenene kadar çalışmak değil, düşünmek ve sorgulamak özgürleştirir.