15 yıldır siyasal iktidara maddi/manevi destek verenlerin bir kısmı Suudilerin gericiliğine, bir kısmı emperyalistlerin çıkarcılığına, bir kısmı her ikisine, kalanı da, salt muhafazakâr, mütedeyyin ölçütlere sahipler

Bütün dillerde ‘Hayır!’

Murat Müfettişoğlu

İki hafta önce televizyonda sabah haberlerini izliyordum. 7. sınıfa giden kızım Hollanda goygoyunu duyup odaya girdi; “N’olmuş?” diye sordu. “AKP’li bakanlar ‘Evet’ propagandası yapmak için Hollanda’ya girmek istemişler ama Hollandalı yetkililer izin vermemiş” dedim. “Ben olsam ben de vermezdim. ‘Hayırcılara’ haksızlık olur çünkü” deyip gitti... Bu küçük anekdotu bir kenara not ettikten sonra genel bir sistem çözümlemesi yapalım ve ardından iki elim olayı hatırlayarak yazıyı bağlayalım:

Tükenen kredi
‘Kapitalizm’, üretim araçlarının özel mülkiyetini ve maksimum kâr doğrultusunda işletilmelerini esas alan sistemin adıdır. Bir devletin ya da devletlerin, başka devlet ya da devletler üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda, politik, ekonomik, kültürel vs etkide bulunmasına ise ‘emperyalizm’ denir. Kapitalist sistem varlığını sürdürebilmek için farklı arayışlara ve formlara girer. Kol gücüne otomasyonun fiziksel emeğe zihinsel emeğin eklenmesi, sermayenin uluslararasılaşarak ulus-devlet bağlarından kurtulması, planlamanın yerini spekülasyonun, gerçek üretimin yerini fiktif sermayenin alması bu arayışlara ve formlara örnek olarak verilebilir.

Girdiği formlar ne olursa olsun, kapitalizmin temel dinamiği, yayılmacı ve sömürgeci doğasıdır. Dünyanın bütün ülkelerini, halklarını kendi girdabına çekmeye çalışır. Dolayısıyla emperyalizm kapitalizme içkindir. Likit varlıklar içerisinde en akışkan olanı para, sistemin kanı gibidir. Kapitalizmin hücrelerine ondan daha çabuk besin ve oksijen taşıyanı yoktur. Kâh artarak kâh azalarak akarken bir yerlerde birikir. İnsani varlıklar da likit varlıklar gibidir; kapitalizmin açtığı kanallarda hareket ederler. İşi olanlar konaklamalı seyahatlere çıkarlar; işi olmayanlar yahut ülkesi emperyalist savaşlara kurban edilenler farklı ülkelere göç ederler. Velhasıl, insanın ve paranın ulus-devlet formları içinde “ebediyen” tutulmaları, yerlileştirilmeleri ve millileştirilmeleri kapitalizmin doğasına aykırıdır. Bu da, insan ve para akışının burjuva bürokrasisine ve “demokrasisine” uygun şekilde kontrol edilmesini ve düzenlenmesini gerektirir. Bu görev, (mevcut halleriyle) devletler tarafından yerine getirilir. Diğer bir deyişle ‘devlet’, sistemin bürokratik ihtiyaçlarından doğmuştur. Marksist felsefe bu durumu ‘altyapı-üstyapı diyalektiğiyle’ açıklar. Üretim/sömürü ilişkileri olarak temellendirdiği koşulların, ekonomik/sosyal/siyasal/kültürel yapıları da belirlediğini öne sürer. Devlet de bir üstyapı kurumudur.

Bugün ‘yabancı sermaye ve göçmen işçiler meseleleri’ devletlerarası diplomasinin öncelikli gündemini oluştururken, kapitalizmin işleyişine etki eden temel olguların da başında gelmektedir. Siyasal iktidar, fazladan “%2 evet oyu” uğruna bu iki meselenin üzerine oynadığı için eninde sonunda çuvallayacaktır. Kredilerle ayakta duran bir sistemde çuvallamanın da kredisi vardır ve siyasal iktidarınki çoktan tükenmiştir.

Can yangınları
Suudi Arabistan din polisi, Mekke’de 2002 yılında bir okulda çıkan yangından kaçmaya çalışan kız çocuklarının -dinî kurallara uygun giyinmedikleri gerekçesiyle- dışarı çıkmalarına izin vermemiş; 15 kız çocuğu yangında can verirken yaklaşık 50 çocuk da yaralanmıştı.
butun-dillerde-hayir-264073-1.
Bu olayın, Suudi devletini ve onun şer-i kanunlarını insanlığın vicdanında mahkûm eden boyutu trajedisindeki aleniliktir. İhmal ve tedbirsizlik bir yana, dogma Suud zihniyeti ve gerici devlet kanunları el ele vererek taammüden cinayet işlemişlerdi. Değerli yazar Fikret Başkaya bir makalesinde olayın ikiyüzlülük boyutuna da değinmiş; ‘batılı ana akım medyanın -emperyalizmin yüksek menfaatlerinin gereği olarak- bu insanlık suçunu sorun etmediklerini’ yazmıştı. Altı petrol kaynayan bir bölgenin siyasi idaresini ve toplumsal iradesini Suud Krallığı’na bağlayarak, hem petrolden nemalanmak hem de (güzide) müttefiklik ilişkisini sürdürmek Batılı devletlerin yüksek menfaatlerinin başlıca gereğidir.

Ne acıdır ki benzer bir yurt yangını 2016 yılında Adana Aladağ’da yaşandı. 11’i kız çocuğu 12 kişi hayatını kaybetti. Yangının teknik ihmallerden, ölümlerinse yangın merdivenine açılan kapının kilitli oluşundan kaynaklandığını hatırlayalım. Ancak, bazı gazetelerin 17.03.2017 tarihli haberine göre, ‘TBMM’nin ilgili komisyonuna sunum yapan uzmanlar, yurdun denetimlerinin dost-ahbap ilişkileri nedeniyle yapılmadığının, kız yurdunun “namahrem” olduğu gerekçesiyle denetlenmediğinin’ bilgisini vermişler... Suudi Arabistan’daki çocuk katliamında olduğu gibi, ihmal, tedbirsizlik, dogma ve gerici zihniyet el ele vererek Aladağ trajedisini yaratmıştır. Beklendiği üzere iktidar yanlısı medya, trajedinin ihmal boyutuna ucundan dokunurken, ‘yüksek menfaatler’ gereği zihniyet boyutunu görmezden gelmiştir.

Taktik kurgular
15 yıldır siyasal iktidara maddi/manevi destek verenlerin bir kısmı Suudilerin gericiliğine, bir kısmı emperyalistlerin çıkarcılığına, bir kısmı her ikisine, kalanı da, salt muhafazakâr, mütedeyyin ölçütlere sahipler. 2015 Haziran seçimi yenilgisinden sonra hükümetin uyguladığı tedhiş(terör) ve tehdit politikalarıyla birlikte destekçi yelpazesine bir kısım milliyetçiler ve ülkücüler de eklendi. Paralelin feriştahı olan yerli sermayedarlar ve –kaldığı kadarıyla- anaakım medya ise, ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklara rağmen iktidara yakın durmayı ‘yüksek menfaatleri’ gereği tercih ediyorlar. Yandaş medya ise -Hollanda ve benzeri bumerangların kafalarında patlayacağını bilmeden- goygoya devam ediyor.

Destekçi yelpazesinin bu denli çeşitlilik arz etmesi iktidarın başlarda tercih ettiği bir durumken, rüzgâr artık farklı türlü esiyor. Bir zamanlar vesayet rejiminin, statükonun, koalisyon hükümetlerinin vs olumsuzlanması renkli bir taban tarafından olumlanmalarına neden olmuş; ilk seçimlerde yakaladıkları %34’lük destek sonraları %49’lara ulaşmıştı. Kapitalist demokrasilerde meşruiyet kavramı zaten tartışmalı olduğundan söz konusu oranların hangi taktiklerle ve hangi avantajlarla yakalandıklarına, dolayısıyla ne derece meşru olduklarına girmeye gerek yok. Ana muhalefet partisinin kemikleşmiş temsil oranının da aynı bağlama dâhil olduğunu ekleyelim.

Sonuç itibarıyla iktidar partisi devleti ele geçirmeyi ve otoritesini tek kişide cisimleştirmeyi başarmıştır. İş, mevcut yapının referandumla resmileştirilmesine kalmıştır. Sıkıntı şu ki; gittikçe daralan destekçi yelpazesinin renkliliği ekonomik ve politik güç yitimlerinde yönetme krizini de beraberinde getirir. ‘Evet propagandasının’ içini dolduramamaları bir yana, Kürt milliyetçileri ile Türk milliyetçilerini kapıştırmadan aynı salda nehri geçmek durumundadırlar. Barzani’nin gözünden Kürtlere işaret çaktıklarında milliyetçiler; Bahçeli’nin dilinden cümle kurduklarında Kürtler huzursuzlanıyor. Avrupa’ya esip gürlediklerindeyse içerideki destekçileri gaza gelirken, Türkiyeli göçmen işçiler iki arada bir derede kalıyor. (Kuşkusuz bu tespitler, kendi vatandaşlarını aptal yerine koyan Batılı (sağ) politikacılar için de geçerlidir). Velhasıl, en kurt politikacıların, en yetkin siyaset bilimcilerin akıl edemeyeceği taktik kurgular referanduma haftalar kala bizleri bekliyor.

Çocuğun adaleti
Kızımın yorumu elbette tartışılabilir, nihayetinde çocuktur. Lakin kıstası nettir: ‘İktidarsanız ve devletin olanaklarına sahipseniz, bu durumu sizin gibi düşünmeyenlere karşı bir avantaja dönüştürmemelisiniz!’. Benim yorumuma gelince; siyasal iktidarın, 298 sayılı ‘yurtdışında ve yurtdışı temsilciliklerinde propaganda yasağını’ ihlal etmeye yeltenmesi, bir çocuğun ayaküstü fark ettiği etik haksızlıktan sonra gelir.

Biz, çocukların adaletinin, kapitalizmin ve siyasal dinin ikiyüzlü adaletinden daha insani, daha güvenilir olduğuna inanıyoruz. Ve sistemik iktidarların topuna birden dünyanın bütün dillerinde "Hayır!" diyoruz.