Ağzını bıçak açmıyor bizim ufaklığın; bile bile oraya buraya küçük küçük çarpmalarından, yarattığı o gergin ortamdan anlıyorum hâlâ yerine getirilmemiş bir isteği var ki yay gibi gerili!

Ağzını bıçak açmıyor bizim ufaklığın; bile bile oraya buraya küçük küçük çarpmalarından, yarattığı o gergin ortamdan anlıyorum hâlâ yerine getirilmemiş bir isteği var ki yay gibi gerili! Nedenini bilmiyor değilim; bugün bayram ve babadan gelecek “okkalı bir harçlık” onca zorunlu bir hak... Ordan cesaret alıyor; kaç kez aktardığım çocukluğumun bayram günlerinden; “Erkenden kalkılır, yıkanılır paklanır, tepeden tırnağa bayramlık alınmamışsa da mutlak biri yenidir,” diye başladığım genelde... “Bu ayakkabıyla top oynadığını görürsem etlerini yolarım” dese de annem, o mahallede ayakkabı mı dayanır bir çocuğa. Evet, geçen bayram giydiğin gömlek pantolon aynıdır da ona bir ayakkabı eklenmiştir örneğin o bayram... El öptürmeyen babam bile o güne özgü ellerini uzatır ve eller dudaklara götürülür kutsanarak çünkü hemen ardından yaklaşık ne alınacağı bilinse de, bir çoşku bir merak, verilecek bayram harçlığı beklenir... Parayı kapar kapmaz önce mahallede geceye kalmadan beyaz ışıklar saçan eğlencelik maytaplar yakılır, çat patlar patlatılır sonra da doğru bayram yerine koşturulur... Ve dahi ayrıntılarla geçmişi bir marifet gibi anlatmışsan, bizim ufaklık da bayram harçlığını bekler durur doğal olarak... İstediğin kadar, “Çocuğum biz o gelenekçi insanlardan değiliz; hem ayrıca ‘kurban etme’ konusunu bir konuşalım...” de dur artık felsefe yaparak; o tutturuk gözlerinden anlarım, tek sözcüktür içinden geçen: “harçlık!”

Acaba biraz sinirine dokunsam, ne istediğini bilmezce yaklaşsam ben: “Neden, genç deli danalar gibi dolanıp duruyorsun odada?..” O, kızgın, soluyarak burnundan: “Deli dana mı oldum şimdi?..” Ben: “Yaşanmış bir öykü var da bildiğim...” O: “Anılarından mı yine? Hadi onu da dinleyeyim bari!” Ben: “Anadolu’nun bir ilçesi. Bir adam kurbanlık dana satın alıyor...” O: “Neden koyun değil?” Ben: “Kimi zenginler kurbanlık dana da satın alırlar. İşte zengin adamın aldığı dana, kesilmek üzere tam mezbahaya getirilirken, araçtan fırlayıp birden ‘kellemi kestirmem’ diyerek kaçıveriyor tarlalara...” O: “Konuşan dana yani!” Ben: “Sen konuşturana bak!” diye devam: “Celep, yalvara yakara haber ediyor zengin alıcıya: ‘Ah, sizin kurbanlık kaçtı!’ Böylesi, binde bir çıkar ama çıkar; biz ona deli dana deriz; yaa, hayvan delirince...” “Bırak martaval okumayı! Suç sizin, anlamam, bulun getirin hemen!” diyor alıcı. İlçenin de zengini, eyvah n’apsın celep?! Adamlar buluyor tüfekli, tarlalara salıyor onları bahşiş sözü vererek. ‘O köyde göründü’ diyorlar, oraya vardıklarında deli dana orada yok. Sonra ‘şu köyde göründü’ diyorlar, haydaa, oraya vardıklarında da yok. Bir de üstelik ekili alanları ezip geçmemiş mi ve bunlardan çoğu zengin adamın toprakları değil mi?!..” Uslu uslu dinlerken, sanki bilinçaltından gelen bir dürtüyle bizim ufaklık sesleniyor delice: “Ey dünyanın bütün kurbanlık danaları birleşin!” Delirmesine izin veriyorum çünkü böyle dediğine göre bir şeyler seziyor anlattıklarımdan. Daha da ipucu vereyim öyleyse: “ Dana, üç gün sonra talan ettiği tarlalardan ırakta, sonuna dek savaşkan ama ne var ki yalnız ve yorgun, zeytinliklerin altında bir yerde kuşatılıyor... İştahla etini yerken, ‘Oh be,’ diyor mal sahibi sofrada; ‘Tek başına, şu hayvanın etmediği kalmadı, çok zarar verdi bana, neyse ki sonunda soframda işte; hadi, afiyetle yiyin bakalım, pek de lezzetliymiş maşallah...’”

Gitmek istiyor. Arkadaşları dayanmış kapıya. “Bitiremedim. İyi anlatamadım galiba...” diyorum. “Yoo,” diyor dingince. “Az kalabilseydin de üzerinde konuşabilseydik taze taze...” “Keşke!” diyor. Parasını uzatırken ekliyorum: “Neyse, bu öykü ‘bayram harçlığı’ olsun benden sana, Kurbanda...”