“Büyü de baban sana Büyü de Acılar alacak Büyü de baban sana...

“Büyü de baban sana

Büyü de

Acılar alacak

Büyü de baban sana

Büyü de

Yokluklar alacak

Büyü de baban sana

Büyü de

Bitmez işsizlikler açlıklar alacak

Büyü de

Büyü de baban sana

Baskılar işkenceler alacak

Kelepçeler gözaltılar

Zindanlar alacak

Büyü de

Büyüyüp onyedine geldiğinde

Büyü de baban sana idamlar alacak ...” (*)

 

Büyü yavrum ... Büyü de baban sana ... başı bozuk bir düzen, çivisi çıkmış bir dünya, dili zifir bir sahip ve sahibinden  kaypak düşler alacak ...

Büyü yavrum ... Büyü de baban sana ... faili bilinmez ölümler, haklı - haksız gidişler, sedef kakma ağıtlar, yurdu kayıp gülüşler ... ve bu “kendini bilmezler” topraklarında, nice mülteci düşler alacak ... Büyü yavrum ... Büyü de baban sana ... çorak köyler alacak ... suya hasret ... sana hasret ... kurşun geçirmez rüzgara, yarı tok uykuya hasret ... sen ellerinde bir koca yokluk, avuçlarını yakan bir havan eskisi ... ve yarınların sadece bir tütün kıyma makinesi ...

Büyü yavrum ... Büyü de baban sana ... elleri nasır tutmuş analar alacak ... o analar ki, sen doğarken çoktular ... ve şimdi günden güne, yetim kaldı umutlar ... Büyü yavrum ... Büyü de baban sana, yarını olmayan hayatlar alacak ... ve sen bir köşede bir çocuk eskisi, cebinde her an çoğalarak ağrıyan bir yürek birikintisi ... Büyü yavrum ... büyü ki gör, değişmeyecek hiçbir şey ... kirlenmeler, başını döndüren o bulanık hafızan ve atık suları şehirlerin ... kaç kez ölür ki insan ... kaç kez doğar ... kaç kez yaşar ... şimdilerde parmakla gösterilen, dibe vurmuş hayatlar ... kayıp çocukların yurdundayım ... büyüyor, büyüyorum ... herşey yalan!

Yıllardan ikibin sekiz ... yaşım şimdi otuz sekiz ... daha birkaç ay önce, sarılarak ağladım anneme ve o cümle dökülüverdi dudaklarımın arasından ... “ Büyüyemiyorum anne ... yıllar geçiyor ... yaşlar alıyorum eskilerden ... ama büyüyemiyorum ... ötekiler gibi olamıyorum ... büyüyemiyorum, anne ... ben yapamıyorum ...” ... neden ağlar bu yaşa gelmiş bir koca kız ... neden yenik düşer hayata ... neden ağrır yüreği ... ve nasıl böyle güçlüdür hala? ... Bilir herşeyin yalan olduğunu, budur sebep belki de ...

Yıllardan ikibin sekiz ... yaşım yine otuz sekiz ... otuz yıl öncesi de aynıydı herşey ... ama bu denli aynılık içinde, çok büyük farklar vardı ... ne ruhlar satılığa çıkardı bu denli kolay, ne ömürler adanıyor şimdi gerçek davalara ... neden Bay Başkan olmak ister kişi ... Bay Başkan ve yakın korumaları, neden açlık tanımaz ... nasıl bir gemi alabilir bir küçük oğlan çocuğu ... gerçek davaların sahipleri bir kağıttan gemiyi bir dere yatağına tok karınla salıvermenin düşünü kurabilir ancak ... ve hiçbir kutsal kitabın gücü yetmez bizim gibilere ... “Bizler ve Onlar” ... bu ayrım hep olacak ... ve kimseler, kimseleri sonsuz bir hoşgörüyle karşılamayacak ... Benim karşılayamadığım gibi ... canım sıkılıyor sahiden de ... defalarca karşılaştığım o manzara yine bir kabus gibi çıkıyor karşıma ... kafasında türban, gözleri oynaşta bir hatun kişi, adamıyla elele geliyor ve çullanıyor üzerime ... elele tutuşmak ve sizler ... nasıl da midem bulanıyor!... herşey yalan! midem bile benimle köşe kapmaca oynuyor ...

İyi bir şeyler elbette var ... baharların sonu şimdi ve yapraklar kızarıyor ... annemin gözleri sarı sıcağa buluyor şu küçücük dünyamı ... annem ... benim güzel, uzak ülkelerin zambak kokulu masal kadınım ... büyüyor gibi görünsem de, büyüyemiyorum be annem ... iyi ki de büyümüyorum ... “Büyü yavrum ... hayat zor gelir yoksa sana ...” derken sen bana, ben yine kaçıyorum ... farkındasın aslında ... ben yalanların binlerce şekil değiştirdiği bu kederli adada, kendimden kaçıyorum! ...

(*) Gülten Akın