Geçtiğimiz günlerde, medyanın ilginç olmasa bile, ilginçlik peşindeki kalemi Hıncal Uluç’tan Başbakan’ın İstanbul’a şekil verme operasyonlarından birinin daha arifesinde olduğumuzu öğrendik.

Geçtiğimiz günlerde, medyanın ilginç olmasa bile, ilginçlik peşindeki kalemi Hıncal Uluç’tan Başbakan’ın İstanbul’a şekil verme operasyonlarından birinin daha arifesinde olduğumuzu öğrendik. Bu kez projenin bir başka çılgın olduğunu söylüyor, Uluç ve ekliyor; “ben daha önce ne böyle bir proje duydum, ne de gördüm; dünyada eşi benzeri olmayan bir proje”. Ancak, bu kadar orijinal bir projeyi açıklamanın da, Başbakan’ın hakkı olduğunu söyleyerek, gerisini getirmiyor. Ardından, Başbakan’dan dişinizi sıkın, yakında açıklayacağım haberi geliyor. Büyük projenin ne olduğunu öğrenemesek bile, laf arasında, Başbakan’ın gündemindeki, Taksim’de trafiği tümüyle yer altına alma, AKM’yi yıkma, meydan düzenlemesi gibi projelerin “müjdesini” alıyoruz.

Anlaşılan o ki, Başbakan ülkeyi yönetmekten arta kalan zamanlarında, İstanbul’u yönetiyor. Bu arada, İstanbul’da, bütün bu konulara ilişkin kararların merkezinde olması gereken Büyükşehir Belediye Başkanı, Mimar Kadir Topbaş, tıpkı bizler gibi, gelişmeleri izliyor. Belli ki rahatsız değil. Tam tersine, “evet gerçekten Başbakanımızın müthiş projeleri var” diyor. AKP İstanbul il başkanı tamamlıyor; "Sayın Başbakan'ın şaşırtan projelerinin olması sürpriz değil. Dünyayı şaşırtan projeleri olan bir liderin, İstanbul sevdalısı bir liderin, İstanbul'a özgü şaşırtıcı projelerinin olması da çok doğal, çok normal. Yapılacak şey, Sayın Başbakan'ın çılgın projesini beklemek olacak."

Görünen o ki, geçtiğimiz dönemde kentlerin ve özellikle de istanbul’un kamusal yüzünü sık sık kullanan ve kentleri iktidar kurma sürecinin ana sahnesi haline getiren Başbakan bu yaklaşımını önümüzdeki dönemde daha yoğun ve sistematik hale getirecek. Bir anlamda, kitlelerin desteğini kazanmada, kent mekânını nasıl kullanacağını iyi bilen bir liderle karşı karşıyayız.

Tarihte bu tür bir stratejiyi iyi kullanan bir başka lider varsa, o da Benito Mussolini’ydi. İktidarını inşa ve güçlendirme sürecinde, kentleri ama özellikle de Roma’yı oldukça etkili kullanmıştı. * Bunu hatırlayınca, elim Bolden Painter’ın “Musoli’nin Roması: Ölümsüz Şehri Yeniden İnşa Etmek”(Palgrave, Macmillan, 2005)  başlıklı kitabına uzandı.  Başbakan’ın eşi görülmemiş projesini beklerken, bu kitaptan bazı bölümleri okuyucularla paylaşmaya karar verdim (koyu yazılmış bölümler kitaptan yapılan katıksız çevirilerdir).

Kitabın önemli tespitlerinden biri Mussolini’nin iktidarını inşa sürecinde kentleri ve bunu yaparken de medyayı nasıl yoğun biçimde kullandığına ilişkin; “Mussolini gazetelerde ve haber özetlerinde, Roma’nın dönüşümünün itici gücü ve faşist devrimin dinamik enerjisinin sembolü olarak, boy gösteriyordu. O, devrimci kahraman ve hükümet liderinin bir karışımı olarak, kitlelerin sadakatini kazanmanın gerekliliğinin keskin biçimde farkında, çabasının büyük bölümünü İtalyan kentlerinin kamusal alanına yönlendirdi”.

Kentlere olan bu yoğun ilgisi içinde, Mussolini’nin Roma sevdalılığını kendisine ait şu sözlerden anlıyoruz; “Roma bizim yola çıkış, referans noktamızdır. Bizim sembolümüz, mitimizdir. Romalıların saygın, güçlü, disiplinli ve emperyal İtalya rüyasını görüyoruz”. 

Kitabın sayfalarını çevirdikçe, durum daha da ilginç bir hal almaya başlıyor; Yazara göre; “Mussolini İtalya’nın büyük ve emperyal bir güç olmasının artan nüfusuna ve ailenin merkezi rolüne bağlıyordu”. Bu yaklaşımı Mussolini şu sözleriyle özetliyordu; “Kendisini Avrupa ülkelerine ve ötesine empoze edebilmek için İtalya doğurgan olmalıdır. Doğum oranları sadece bir ulusun gelişmeci gücünün göstergesi, ya da İtalya’nın sadece bir silahı değildir. Aynı zamanda canlılığının bir göstergesidir ve bu canlılık nesilden nesile yüzyıllar boyu aktarılacaktır. Eğer bu eğilimi (nüfusun azalması) tersine çeviremezsek, belli bir süre sonra, tarlalar, okullar, kışlalar, gemiler ve fabrikalar boş kalacağından, faşist devrimin başardıkları bir gün tümüyle boşa gidecektir.” Mussolini’nin bu yaklaşımının parçası olarak, “mali özendirmeler altıdan fazla çocuğu olanlara para yardımı yapılıp, bekâr gençleri evlenme ve aile kurmaya özendirmek amacıyla bekârlık vergisi ödetildiğini” de, yine kitaptan öğreniyoruz.

Kitap Mussolini rejiminin nüfus politikasının pragmatikliğine ve yer yer de tutarsızlıklar taşıdığına işaret ettikten sonra, bunun bir örneği olarak hızlı nüfus artışı hedefine karşın, Mussolini’nin, başta Roma olmak üzere, kentlere kırdan göç edilmesine şiddetle karşı olmasını gösteriyor. Kentlere göçü engellemeye yönelik olarak,  yasakçı politikaları kitap şöyle özetliyor; “Bu yaklaşım kırsallığı kutsayan ve kentlere göçü kontrol etmeyi hedefleyen politikaları öne çıkardı. Kırsal aileler kentsel ailelere göre çok daha fazla çocuk doğuruyordu. Faşist gözetleme/kontrol kırda çok daha etkin ve kolay olurken, kentlere göç, kentlerin kalabalıklaşmasının toplumsal huzursuzluğa yol açmasından korkuluyordu”. Bir başka çalışmanın da ifade ettiği gibi, bu kaygıların bir sonucu olarak, özellikle Roma’yı hedefleyerek, vize anlamına gelen  “istenmeyen yoksulların göçünü önlemeye yönelik olarak, sadece gideceği yerde işi olduğunu gösterenlerin yer değiştirmesine izin veren göç karşıtı bir yasa çıkarıldı”.

Bu tür bir yasakçılığın gerisinde, Roma’yı takınçlı biçimde bir şov alanına çevirmeyi amaçlayan Mussolini’nin kentte yoksul görmeme istekliliğinin olduğu biliniyor. Tam da bu çerçevede, iktidara gelişinden bir süre sonra, Mussolini’nin Roma’yı doğrudan yönetmeye başlaması şaşırtıcı olmuyor. Kitap bu durumu şu sözlerle özetliyor; “Mussolini Roma kent yönetimini hızla seçilmiş olmaktan çıkarıp, atanmış hale getirdi. Valilik kurup, Valiyi doğrudan kendine bağladı. Böylece, kent üzerindeki kontrolünü artırıp, kentte uygulamayı hedeflediği projeleri kolaylaştırdı.”

Bu gelişmenin ertesinde, Roma çok sayıda kentsel dönüşüm projesi aracılığıyla hızlı bir değişim geçirirken, “trafik akışını iyileştirmek, tarihi anıtların öne çıkarılması, tarihi değeri sınırlı ya da olmayan yapıların yıkılması ve hepsinden önemlisi diğerlerinin sadece hakkında konuşmakla yetindiği projeleri hayata geçirme konusunda faşistlerin sahip olduğu yeteneğin gösterilmesi”  Mussolini’nin ana gerekçelerini oluşturuyordu.

Faşist rejime göre, büyük ölçekli yıkımlar sonrası “elde edilen mekânlar daha geniş caddelerin açılarak trafiğin rahatlatılmasını sağlarken, sağlıksız çöküntü alanı ilan edilen konutların yıkılması daha sağlıklı bir Roma’yı öne çıkarıyordu. Hükümet bu alanlarda yerinden edilen vatandaşları kentin çeperlerindeki daha az yoğun alanlara yerleştiriyordu. Bu mahallelerin yıkılması kalabalık ve sağlıksız yaşam koşullarının sona erdirilmesi demekti. Burada yaşayanlar kentin dış kesimlerinde kendileri için inşa edilen mahallelere davet ediliyordu.”

“Borgate olarak adlandırılan bölgeler merkezdeki mahallelerin yıkılması sonucu yerinden edilenlerin ilk yerleştiği kentin dışındaki en ucuz konut alanlarıydı. Teoride, Borgate sağlıksız, yoğun koşullardan insanları çıkarıp, düşük yoğunluklu, temiz havalı ve temel hizmetlere sahip bir yerleşmeye kavuşturmuştu… En azından rejim böyle olduğunu düşünüyordu. Oysa pratikte, Borgate’de yaşayanlar çok sayıda sorunla karşı karşıya kaldılar. En önemlisi işlerin bulunduğu kentin çok uzağına düşmüşlerdi. Kullanabilecekleri nitelikteki ulaşım araçlarına erişmekten uzaktılar.”

Kentin yoksulları kentin değerli tarihsel merkezinden temizlenirken, hiç şaşırtıcı olmayan biçimde (en azından, Taşoluk’a atılan Sulukule’liler şaşırmayacaktır); “daha önce tarihi kent merkezinde yaşayan ve kentin dışında inşa edilen Borgate bölgesine aktarılanların boşalttığı alanların orta ve üst düzey burjuvaziye tahsis edildiğini” bir başka çalışmadan öğreniyoruz.

Kitabı tam kapatacakken son darbe geliyor;  dönüşüm projeleri ve binlerce konutun yapımına yönelik olarak geleneksel konut üretiminin yetersiz kalması karşısında, TOKi’yi hatırlatır biçimde, “yarı kamu yarı özel nitelikte bir şirket kurulup”, özel yetkilerle donatılarak Roma’da yapılı çevrenin üretimi büyük ölçüde bu şirketin sorumluluğuna verildiği bilgisini alıyoruz.

Kitabı bitirdik; şimdi Başbakan’ın eşi benzeri görülmemiş “çılgın projesini” duymaya hazırız. Gerçekten şaşıracak mıyız?

 
* Bu köşe yazısı “Faşizmin Mekanı” başlığıyla kaleme aldığım makalenin kısaltılmış halidir.