Hayat akar, değişir, hiçbir şey aynı kalmaz. Doğanın ritmi budur ama insan, her defasında, aksi yönde bir düzen yaratmakta ısrar etmiş ve nihayetinde kendisini de ezen çarkın kimi zaman gönüllü zalimi, kimi zaman gönülsüz mağduru olagelmiş. Sömürünün sloganlarına sarınıp kimlik, dönemin yalanlarına inanıp konfor yaratmış. Ve her defasında çeşitli zorluklarla sınanmış. Bazen mekânın sahibi olarak doğa konuşmuş. Deprem olmuş yıkmış, lav olup yakmış, virüs olmuş yayılmış. Bazen kendini mekânın sahibi zanneden insanlar almış rolü. Savaş çıkarmış, kula kulluk etmiş, zulmetmiş, arsızca tüketmiş. Açlıkla, yoklukla, katliamla yüzleşmiş. İnsan için, öngörülebilir ve güvenli bir yer arayışı en çok böyle zamanlarda ihtiyaç haline gelmiş.


***

Hayatın, günümüz yöntemlerinin bir miktar tahmin edilebilir kıldığı değişim süreci, zihnimizi rahatsız eden sisli bir gelecek fikrinde görece rahatlamaya imkân sağlasa da ‘yarın’, doğası gereği belirsizliğini sürdürür ve buna direnmekle, direnmemek arasında sürekli gider geliriz. Yaşamın karşısındaki dayanıksızlığımızı hep biliyor olmamız çilelidir. Katlanabilmek için sonsuza dek süreceğine inandığımız yapılar kurarak kendimizi güvende tutmak isteriz. Bu kimi zaman bir kimlik-rol, kimi zaman bir fikir-inanç, kimi zaman bir eşya-meta olur ve hepsi bir gün kaçınılmaz olarak eskir. Sorun o anda değil, artık vadesi dolmuş, değiştirilmesi, dönüştürülmesi gerekenin inatla göz ardı edilip çürümeye bırakılmasıyla başlar.


***

Bunun en önemli sebebi; doğanın gücü karşısındaki hiçliğimizi unutmak için inşaa ettiğimiz maddi-manevi yapıların sonsuza dek sürmesini çaresizce arzulamamızdır. Tek ses, tek yumruk, tek yürek lebaleb kalabalıkların arasında güvende sayarız kendimizi. Onun için tutunduğumuz hiçbir şeyi bırakmak istemeyiz. Çürümüş olsa dahi. Alışılmıştır da zaten. Yaşlılık, biraz da bozuk olanın kokusunu duyamamaktır. Neyse ki doğanın o mükemmel dengesi çalışır ve yeni bir kuşak gelir. Zamanın bu son misafirleri, bugünle uyumsuzlaşıp katılaşan eski misafirlere ait kalenin dışında kalmış ötekilerdir aslında. O duvarlar ne kadar kalın ve yüksekse, ötekiler de o kadar güçlü ve kalabalık olur. Kadınlar, gençler, çocuklar, LGBT’ler, öğrenciler, işçiler, hayvanlar, sanatçılar, gazeteciler, memurlar, öğretmenler, esnaflar…

***

Çürümeye durmuş, yarına sözü olmayan insanlar fikri geçerliliklerinin kalmadığı gerçeğiyle yüzleşince hem çok acı çeker, hem de çok acı çektirirler. Bunun için dünyayı sarmış ölümcül bir virüsün gölgesinde bile, ne kadar ‘çok’ olduklarını ispatlamak için lebaleb buluşmalar düzenlerler. Marketlerde bebek mamaları güvenlik kilidi altındayken, halktan yastık altındaki hayali altınlarını, dövizlerini talep ederler. Cinsiyet eşitliğine dayanan sözleşmeden aileye zarar verdiği gerekçesiyle vazgeçerler, ama bebeklerini komşuya bırakıp intihar eden karı kocaya kör, fakirliğin yok ettiği ailelere sağır kalırlar.

***

Hayat, her zaman ama her zaman yeni olanı dayatır. Bu ister küçük kişisel hayatlarımızda, ister büyük toplumsal örgütlenmelerde olsun, değişmez. İnsanın çektiği ve çektirdiği bütün çile de sürece direnmekle başlar. O değişmesini istemediğine ölesiye, öldüresiye bağlanmak, insanın kendi hiçliğine katlanamamasının en vahşi sonucudur. Kimse hayattan kopmak istemez ama hayatın kendiliğinden bıraktığı insanlar hep var ve hep de olacak. İnatla tutunanların korkusu zulme döndüğünde, zamanın yeni sahiplerine düşen, bu yer değiştirmenin tarihin hiçbir döneminde mücadelesiz geçmediğini bilmektir. İnsan sadece kendinin kurdu, ancak birbirinin çaresidir.