Büyük günlere hazırlık

Zafer KÖSE

Bir deprem sırasında evde ayağınızı basacak yer bulamazsınız ve korkuyla merdivenlere fırlarsınız. Ama apartmandaki herkes panik halinde aşağıya koşarken, siz o telaşlı kalabalığı yara yara yukarıya çıkmaya çalışırsınız. Üst kattaki yaşlı komşunuzun tek başına dışarıya çıkamayacağı aklınıza gelir çünkü bırakamazsınız onu.

Durup düşünmeden, belli bir karar vermeden hareket ettiğiniz öyle durumlarda kendinizi sanki dışarıdan izlersiniz. Yıllar boyunca biriktirmiş olduğunuz değerleriniz, içinizde yaşattığınız özellikleriniz, hiçbir savunma mekanizmasına takılmadan ortaya çıkar. Aslında kendinizin en gerçek halini görürsünüz. İzlediğiniz kişi, depremden sonraki kıtlık günlerinde dağıtılan yardımlardan pay kapmak için uğraşmayıp daha zor durumda olanların arkasında sıraya giriyordur. Ama enkaz altındaki insanların kolundan bilezik çalarken kendinize yakalanmak ne korkunç olurdu.

Aynı şekilde, toplumları ve kültürleri de büyük günler yaşanırken daha iyi tanırsınız. Bağımsızlık savaşları, devrim günleri, deprem zamanları… Toplum hayatındaki böyle birkaç haftalık veya birkaç aylık zaman dilimlerinin, kişilerin ömründeki kısacık anlara karşılık geldiğini kabul edebiliriz.

2013 Haziran’ında ülke geneline yayılan Gezi Direnişi’nde yaşananlara da bu açıdan bakmak gerek. Yaklaşık üç haftalık o isyan günlerinde ortaya çıkan toplumsal nitelikler, yüzlerce yıllık bir birikimi yansıtıyordu.

Evvelimiz, ahirimiz

Bir çadır kentin kurulduğu Gezi Parkı’ndaki hayat sayesinde, insanın doğal halinde mülkiyet tutkusunun ve iktidar hırsının bulunmadığını bir kez daha görmüş olduk. Bu duyguların, kapitalist koşullarda insana sonradan “kazandırıldığını” hatırladık. Başının çaresine bakan değil, dayanışma içinde yaşayan; boyun eğen değil, başkaldıran insan özellikleri belirginleşti. Demek ki insanın yiğitlik ve diğerkâmlık nitelikleri yok edilememişti.

Anlaşıldı ki, Şeyh Bedrettin boşuna yaşamamıştı bu memlekette. Pir Sultan, Dadaloğlu, Nazım, Yaşar Kemal, Rıfat Ilgaz... O sözler, o yapıtlar, o duruşlar kaybolmamıştı. Ve Denizler! O bedeller boşa gitmemişti.

Ne var ki, otuz yıldan uzun süredir tek taraflı çalışmalar yürüten egemenlerin, “örgüt” ve “siyaset” kavramlarıyla ilgili toplumda güçlü önyargılar oluşturmayı başardıkları gerçeğiyle de karşılaştık. Örgütlülüğün bireysel özgürlüğe aykırı bir durum olduğu kanısı iyice yaygınlaşmıştı. Özellikle ilk günlerde, direnişçilerin önemli bir bölümü “bu siyasi bir eylem değil” gibi sözler ediyorlardı.

Oysa hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde politik tavırlar alınıyor ve örgütlü davranılıyordu. Hiç kimse, konunun ağaçları kurtarmaktan ibaret olduğunu söylemiyordu. Kentsel dönüşüm kandırmacasının da, rant dağıtım sisteminin de, çağdaş yaşamın sembollerine yönelik saldırıların da farkındaydı hepsi. Zaten isyan etmelerinin asıl nedeni bunlardı.

Ayrıca, parktaki çöplerin toplanmasından çeşitli gereksinimlerin karşılanmasına kadar pek çok işi yürütmek için köklü bir örgüt bilinci gerekiyordu. Ve bu başarıldı! Mizah dolu bir cesaretle bir araya gelen insanlar, Gezi Parkı’nda günlerce yaşadılar. Güzelliğin ve yiğitliğin örneklerini yaratarak, büyük bir eğitim olanağı sağladılar. Hem parktaki on binlerce direnişçi hem de çeşitli şehirlerde onları destekleyen milyonlarca insan, beş on gün gibi kısa bir sürede, otuz yıllık apolitikliği aştı, ortak hareket etme bilincine ulaştı.

Çünkü yıllardır bireyciliği ve itaat kültürünü besleyenlerin ne kadar politik davrandığını ve ne kadar örgütlü olduğunu gördüler. Mustafa Kemal’in peşinden gidenler, Kürtler, Mahir’in yoldaşları... Ve çevreciler ve marjinaller ve anneler... Hepsi aynı cephede omuz omuza faşizme direndiler. Bölücü bir iktidara karşı bir arada kalmayı başardılar.

Sömürü artınca, bir felaket yaşanınca veya iktidarların hırsızlığı, barbarlığı belirginleşince toplumda iyiye doğru gidiş sağlayan tepkilerin kendiliğinden oluşacağı yanılgısına asla düşmemeli. (Öyle olsaydı, 1920’li ve 1930’lu buhran yıllarında Almanya toplumu kurtuluş için Hitler’in peşine takılmazdı.) Gezi deneyimimiz sayesinde daha açık gördük; büyük günlerde, toplumda önceki dönemler boyunca biriktirilmiş değerler belirleyici oluyor. Öyleyse, her “normal” günümüz, gelecekteki büyük günlere hazırlıktır.

Demek ki, işyerinde bir arkadaşımıza söylediğimiz sözden komşumuza verdiğimiz selama, üniversitede katıldığımız bir boykottan seçimlerde büyükannemize anlattığımız bir düşünceye kadar hiçbir şey boşa gitmeyecek. Mutlaka gelecek olan o büyük gün için değerler biriktireceğiz, düşünceler geliştireceğiz. Bu bilinçle yazacağız, okuyacağız, güleceğiz, konuşacağız, yürüyeceğiz.

Ve en önemlisi, Ethem Sarısülük’ün, Mehmet Ayvalıtaş’ın, Abdullah Cömert’in... Kaybettiğimiz o canlarımızın her birinin emek değerlerine bağlı, örgütlü bir hayat yaşadıklarını aklımızdan çıkarmayacağız. Mesleğimizle, mahallemizle, düşüncelerimizle ilgili örgütlere hemen katılacağız. Bize düşmanca saldıranlara karşı direnmek için, aynı tarafta yer aldığımız insanlarla farklarımızı değil, ortak yönlerimizi öne çıkaracağız. Gezi’de başlayan eğitim süreci mutlaka devam edecek. Bezirgân saltanatına karşı sınıf bilincine de ulaşacağız.

Halkız biz

Biz halkız. Mobilyadan makinaya, sebzeden buğdaya, iplikten giysiye değerler üretiriz. Bilgiler, hizmetler, duygular yaratırız. Çalışmasını bildiğimiz gibi eğlenmesini de biliriz. Merhamet geliştirir, dostluk büyütür, şefkat çoğaltırız. Neyi nasıl yapıyorsak, biz oyuz. Bunu böyle düşünmeyiz çoğu zaman, bilmeyiz, ama üretmek ve paylaşmak için harcadığımız emekle aynı zamanda kendimizi yaratırız. Bu nedenle, en kutsal değerimiz emektir.

Milyonlarcayız biz. Ayrıyız, hüzünlüyüz, milyonlarca yalnızlığız. Yine de buluşuruz bazen. En çok türkülerde buluşuruz. Sadece eğlenmek için değil; düşünmek, hissetmek ve en önemlisi, bir araya gelmek için türküler söyleriz. Tek başına güzel şarkı söyleyemez çoğumuz, ama konserlerde hep bir ağızdan söylediğimizde, harikalar yaratırız. Yeter ki, sahnede bizim türkümüz çalınsın.

Bu nedenle onlar, en çok türkülerden korkarlar. Hep bir ağızdan türkü söylememizden, bir araya gelmemizden, meydana çıkmamızdan korkarlar. Çok korkarlar! Zaten “hiçbir korkuya benzemez, halkına ihanet edenlerin korkusu.”

Kamu kaynaklarını yandaşlarına peşkeş çekenler, doğayı, kültürel değerleri tahrip edenler, emekçinin payına göz dikenler, kadın düşmanları, umudun düşmanları, özgürlük düşmanları… Korkun bizden!

Halkız biz!

Bir araya gelmenin gücünü gördük. Çıkarsız, yalansız, dostça bir hayatın mümkün olduğunu, Gezi Parkı’nda kanıtladık. Başkaldırmak zaten geleneğimizde var, artık örgütlenmeyi de öğreniyoruz.

Korkunun size faydası olmayacak! Size kutsal gelen bin yıllık çınar, fiske vuruşumuzla yıkılacak bir gün!