Teknolojik değişime direnenlerin çığlığı son yüz yılda önemli bir muhalif ses oluşturmuştur. Bu “modernizm mağdurları” hızlı değişen teknolojiyi, öznelerine karşıcıl bir Öteki’nin önemli bir bileşeni olarak algılamış, kendisinin içinde yer alamadığı her türlü teknolojiyi yabancılamıştır.

Büyük öteki olarak teknoloji

Dr. Yalın Gündüz*

Fransız düşünür Jacques Lacan’ın psikanaliz dağarcığına kattığı önemli bir kavram Öteki’dir (“Autre”). Lacan Öteki’yi özellikle büyük harfle yazar, çünkü bu büyük “Öteki”, aslında bireyin kendi aksini ayrımsayacağı başka bir özne değildir (Bu çeşit bir mikro-özneyi Lacan küçük harfle “öteki” olarak tanımlar ve büyük “Öteki”nden ayrı tutar). Büyük Öteki, bireyin dışında kalan, kendi alanına alamadığı ve de tam olarak tanımlayamadığı simgesel bir düzenin toplamıdır. “Öteki”, tahmin edeceğiniz gibi çok geniş bir alana yayılıdır: Bireyin ulaşmak istediği türlü arzular, onun dışında yer alan ve hep ötede kalacak olan devlet ve yasalar, ve hatta hiçbir zaman ulaşılamayacak olan Tanrı, Lacan’ın tanımladığı Büyük Öteki’nin içindedir. Lacan’a göre Öteki, sabit olarak ötede durmaktan çok, birey tarafından aktif olarak yönelinen dışsal simgelerin bir toplamıdır.

8 Kasım 2020 tarihli BirGün Pazar ekinde yer alan “Biyolojik alturizm, bencil gen ve Marksizm” adlı yazımda, çağımızın kapitalist düzeninin “bencil bir tüketici olmaktan başka bir dünya hayal edemeyen egoist zihnimizin” bir ürünü olup olmadığını evrimsel psikolojiden örneklerle keşfetmeye girişmiştim. Bugün ise kapitalizmin motoru olan ve bireysel olarak hiçbir şekilde yetişemediğimiz, bizden hep bir adım ötede olan teknolojiyi bir tür Öteki olarak algılama sürecinden bahsedeceğim.

Kasım ayındaki yazımda, Frank- furt Okulu’nun geç döneminde Herbert Marcuse’ün sosyalist düşünceyi ve psikanalitik bakış açısını harmanladığı “Tek Boyutlu İnsan” ve “Eros ve Uygarlık” adlı eserlerinden bahsetmiştim. Marcuse, 60'lı yıllarda teknolojinin hızlı değişiminin insansal olanı yıkmakta ve doğaya geri dönüşsüz olarak zarar vermekte olduğunun altını çizmekteydi. Freud’un henüz 1920'lerde “Uygarlığın Hoşnutsuzluğu” adlı eserinde betimlediği şekliyle uygarlık öyle bir düzeye ulaşmıştı ki, birey kendi vücuduna, arzularına, libidosuna yabancılaşmış, üretim-tüketim çar- kının küçük bir dişlisi haline gelmişti. Marcuse’ün bu görüşleri aslında Frankfurt Okulu’nun kurucusu Max Horkheimer’ın teknolojinin uzun dö- nemde tahakküm aracına dönüştüğü uyarısının bir uzantısıydı. Teknolojik atılımların özünde ilerici niteliği olduğunu, fakat onu kullananların amacına bağlı olarak gereğinde yıkıcı bir silaha – örneğin atom bombasına – dönüşüyor olması, Horkheimer ve Frankfurt Okulu modernizm eleştirilerinin bir parçasıydı.

Teknolojinin gelenekselle kurduğu tezat, edebiyatın da sık sık konusu olmuştur. Marlo Morgan, ünlü eseri “Bir Çift Yürek”te aborjinlerle çölde yolculuğa çıkışını anlatır. Beraber yürüdüğü aborjinler çölde aniden dururlar. Morgan onlara mola zamanı olmamasına rağmen neden durduklarını sorar. Yerli reis der ki, “Çok hızlı yürüdük, ruhlarımız geride kaldı. Ruhlarımızı bekliyoruz.” Bir analoji kuracak olursak, teknolojik değişim de son yüzyıllarda o kadar hızlandı ki, bizim arkadan ona yetişmemizi beklemediği gibi, biraz yavaşlaması için bağıranları da duymuyor.

Bizim gibi teknolojiyi çoğunlukla üret(e)meyen, bunun yerine yurtdışından getirerek tüketen bir toplumun edebiyatının da bu konuya uğraması kaçınılmaz. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçen süreçte halkın alıştığı düzene sıkı sıkı tutunmasını Ahmet Haşim “Müslüman Saati” adlı klasikleşmiş yazısında tasvir eder. Beş vakit namaz üzerinden zaman kurgusuna alışmış bir halkın, Batılı zaman sistemine geçişindeki uyumsuzluğu aktardığı yazıyı Osmanlı’nın modernizme, çağdaşlaşmaya ve teknolojik değişime direniş çığlığı olarak okumak mümkündür. Bu noktada, bahsedilen çığlığı Türk romanında en güzel anlatan “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nden de bahsetmek gerekir. Türk edebiyatının modernizm hicvi içeren en önemli eserlerinden birini yaratmış olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Ahmet Haşim’in sözü geçen yazısından da etkilendiği söylenir. Tanpınar romanında insanı ve hümanizmayı odak alırken, teknolojiyi bireyin Öteki’si kılar: “Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır... Bu da gösterir ki zaman ve mekan, insanla mevcuttur.”

Teknolojik değişime direnenlerin çığlığı son yüz yılda önemli bir muhalif ses oluşturmuştur. Bu “modernizm mağdurları” hızlı değişen teknolojiyi, öznelerine karşıcıl bir Öteki’nin önemli bir bileşeni olarak algılamış, kendisinin içinde yer alamadığı her türlü teknolojiyi yabancılamıştır. Yaygın eğitim ile bu alanı daraltmak mümkün olabilmişse de, eğitimsiz kitleler için “Teknolojik Öteki” reddedilecek ve isyan edilecek bir antagoniste dönüşmüştür. Öte yandan, Teknolojik Öteki’nin sadece geleneksel/muhafazakar
bir sosyal tabakaya ait bir kavram olduğu düşünülmemelidir. Herkesin kendi özel çevresinde gözlemleyebileceği gibi, teknolojik gelişmeler aile içi kuşaklar arasında bile bir iletişim uçurumu yaratmakta. Her bir nesil, bir öncekinin kullandığı iletişim aracına yabancı kalmakta, bu da daktilo, kasetçalar, CD-çalar, bilgisayar, cep telefonu, sosyal medya... gibi yenilikleri belli bir yaştan sonra takip edemeyen bir önceki kuşağın, kendinden sonraki kuşaklarla olan dilinin kopmasına sebep olmaktadır. Kuşaklar arasında kaybolmadan bir sonraki kuşağa aktarılabilen bilgi ne yazık ki önceki kuşakların biriktirdiğinden çok azı. Bir ailenin mikro ilişkilerinde bile teknoloji o kadar hızlı yürüyor ki, eski kuşaklar yetişemedikleri bir Teknolojik Öteki’yi perişan bir halde takip etme zorunluluğuna düşüyorlar.

Yakın zamanda Covid-19 aşılarının ilk defa denenecek bir gen teknolojisine dayalı olması çok konuşuldu. Konu üzerinde çalışan bilim adamlarının dışında yer alan, dev Covid-19 Öteki’si karşısında kum tanesi kadar canı olan biz zavallı öznelerin herhangi bir tasa taşımaması olanaksız. Bir yanda, pandemiden kurtulmak istiyoruz, teknolojiye muhtacız; öte yanda, aşıların teknolojik seviyesi onları kullanımı konusunda geniş bir kaygı yaratıyor. Nereye kaçacağız? Benzer bir örnekte, genetik kodlarımızın kesilip yapıştırılarak sağlıklı genler üretme teknolojisini geliştiren bilim adamları 2020 Nobel ödülüne layık görüldü. Bu teknoloji, potansiyel olarak birçok hastalığı tarihe karıştırabileceği gibi, tehlikeli ellerde de yeni bir atom bombasına dönüşme olasılığı taşımakta. “Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir”, der Marx.

Konuya “İnsan Sonrası” (“The Posthuman”) adlı kitabıyla önemli bir bakış açısı getiren Rosi Braidotti, teknolojik gelişmeleri, bir yanda tahribata ve ölüme götüren “nekro-teknolojiler”, diğer yanda sorumlu ve yaratıcı teknolojiler olarak ayırmanın önemine dikkat çekiyor. Braidotti’ye göre asıl sorun teknolojik gelişmelerin gerçekleşiyor olması değil, bu gelişmelerin yol açtığı sorunlara insanlığın etik ve politik olarak hazırlıksız oluşu. Uluslararası etik komitelerin yokluğunda, bireysel olarak tek yapabileceğimiz kendi kol mesafemizdeki müdahale alanımızda hümanizmayı değer olarak yaşatacak kararlar almak olmalı.

Braidotti’nin çizgisinde teknolojiyi Öteki olmaktan kurtarıp onu içselleştirmenin önemine Nermi Uygur da işaret ediyor: “Evini sırtında götüren kaplumbağa gibi, teknolojiyle birlikte yaşar insan”. Bir başka de- ğerli felsefecimiz olan hocam Ahmet İnam ise “Teknoloji Benim Neyim Oluyor?” adlı kitabında, denetlenemeyen teknolojiyi aşağılamaya, onu düşman ve yabancı görme ucuzluğuna, ondan yakınıp durmaya, kısacası onu Öteki olarak algılamaya çarenin içimizde ve “gönlümüzde” olduğunu söylüyor. Tarih öncesinden bugüne tüm teknolojilerin, belki de en eski teknoloji olan ateşin ilk yakılışında olduğu gibi inançlarımızı, umutlarımızı, tanrısal güçleri ve kendimizi arayışımızın bir parçası olduğunu anlatıyor Ahmet İnam. Teknoloji ateşimiz, gönül erliğiyle, yıkılmaz bir hümanizma ile harlansın o halde; teknolojiyi Ötekileştirmeyen gönül ateşimiz hiç sönmesin.

*Alman Merkez Bankası (Deutsche Bundesbank) Kıdemli İktisatçısı