Türkiye’nin rejim sorunu izin verdiği ölçüde, Türkiye’yi “betona saran” kentleşme macerasını tartışıyoruz. Bu hikâye içinde İstanbul özel bir yer tutuyor. Bir yandan diğer büyük kentlerde de gördüğümüz mevcut dokuyu tahrip eden, enine, boyuna ve dikine betonlaşma ve yarattığı sorunları tartışıyoruz. Diğer yandan da İstanbul’un görece beton girmemiş Kuzeyi ormanlarına musallat olan büyük ölçekli projelerin yarattığı tahribata dikkat çekiyoruz.

Kuzeyi hedefe koyan 3. Köprü ve 3. Havalimanı’ndan sonra şimdi sırada Kanal İstanbul ve ona endekslenmiş Yeni İstanbul projesi var! Kanalın medya aracılığıyla paylaşılan güzergâhı üzerindeki yapılaşmayı gösteren Nazım İmar Planı’na bakınca, İstanbul’un içine itildiği karanlık tabloyu daha somut düşünmeye başlıyorsunuz.

Ormanların, su havzalarının, tarım topraklarının vurgunculuk ve ranta dayanan gelişmeye teslim edilişi konusunda çokça yazılıp çizildi, burada tekrarlamaya gerek yok. Benzer biçimde, Kanal Projesi’nin yaratacağı çevresel sorunlar üzerine de önemli uyarılar yapıldı. Bu köşeden de olayın mali ve mekânsal yönlerine ilişkin çeşitli değerlendirmeleri paylaştık. Ancak söz konusu büyük ölçekli projelerin mali boyutunun ve taşıdığı risklerin bir kez daha altının çizilmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Mali boyuta ilişkin vurgu yapma ihtiyacı duymamın temel nedeni sözünü ettiğimiz büyük ölçekli projelerin içerdiği mali risklerin yeterince anlaşıldığını düşünmüyor olmam!

Büyük projelerin bugün yüklendiği misyonu anlamak için birikim stratejileriyle olan ilişkisinden başlamak gerekiyor. Bir benzetme ile başlayalım; toplumsal konularla ilgilenen herkes Keynes’in ekonomiyi canlı tutmak adına söylediği “Gerekirse kuyu açıp, kapatın” lafını duymuştur. Bugün yaşadığımız dünyada ekonomilerin canlı tutulması açısından kuyuların yerini dünyanın dört bir yanında büyük projeler almış bulunuyor.

Peki, nedir büyük projelerin hikmeti? Mesele şu; günümüz dünyasında ulusal ve yerel ekonomilerin geleceği ve başarısı mekânsal birimlerine dışarıdan öyle ya da böyle kaynak çekebilmekle ölçülüyor. Kimi durumda, bu kaynak doğrudan bir yatırımcı kuruluş tarafından getiriliyor. Bunun için, Ford ya da Mitsubishi firmalarının bir yerel birime üretim amaçlı yatırım yapması örneğini verebiliriz. Ancak Türkiye’nin başta dış ticaret olmak üzere açıklarını bu tür yatırımların kapatmadığını biliyoruz. Bu noktada kamu ve özel sektör açısından borçlanma ana strateji olarak belirginleşiyor. Borçlanma konusundaysa, doğrudan alınan borçlar yanında, giderek artan biçimde büyük ölçekli projeler borçlanmanın ana kalemlerinden biri haline geliyor.

Türkiye’de olduğu gibi, birçok yerde söz konusu projelerin geliştirilmesinde devlet liderlik yapıp, süreci başlatıyor. Yap-İşlet-Devret ya da Kamu-Özel İşbirliği gibi isimler altında büyük firmaları yatırımcı hale getiriliyor ve finans kuruluşlarından kredi alıp, borçlanarak kaynak bulunuyor, açıklar kapatılıyor vs.

Bu nedenle büyük projelerin ekonomik stratejilerin eğreti bir unsuru olmadığına tam tersine giderek artan biçimde ekonomilerin büyük ölçekli yatırım ve projeler üzerinden kurgulandığına dikkat etmek gerekiyor. Ancak büyük projelerle ekonomik büyüme stratejileri arasındaki ilişki açısından yukarıda dikkat çektiğimiz boyutlar buzdağının görünen yüzünü oluşturuyor. Bu tür projelerde, bir projeyi geliştirmek, o projeye yatırımcı ve ardından da kredi bulmak söz konusu projeler aracılığıyla kaynak yaratmanın başlangıç boyutu olarak değerlendirilmelidir.

Türkiye bu konuda henüz çok mesafe alamamış görünüyor ancak dünyanın dört bir yanında söz konusu projelerin kaynak yaratması asıl bu aşamadan sonra başlıyor. Finansallaşma dediğimiz süreç, kredi-borç-faiz gibi boyutların ötesine geçiyor ve bu tür yatırımların seküritizasyonu (menkul kıymetleştirilmesi) yoluyla finansal piyasalarda asli yatırımın ötesine geçen türevler ve bu türevler üzerinden kaynaklar yaratılıyor. Örneğin ABD’de büyük ölçekli su arıtma işine girmiş bir konsorsiyum geldiğimiz noktada, bu işletmenin 2070’li yıllara kadar tüketicilerden elde edeceği (gelecek) kazancı piyasaya bir meta olarak sürmüş bulunuyor. Diğer bir anlatımla söz konusu büyük projelerin geçmiş ya da bugünkü ürettiği değerin değil, gelecekte üreteceği değer ya da finansal işlemlerin alınıp satıldığı bir piyasadan söz ediyoruz. Finansallaşma dediğimiz süreçte büyük ölçekli projeler etrafında oluşan mali işlemler, başlangıçta gördüğümüz yatırım değerinin çok üzerinde boyutlara ulaşıyor; bu durum, karşı karşıya kalınan risklerin de çeşitlenmesi, derinleşmesi ve büyük boyutlara ulaşması anlamına geliyor.

Geçtiğimiz dönemde Varlık Fonu’nun bu amaçla kurulduğunun altını çizelim. Başarabilirlerse, seküritizasyon ve benzeri yollarla kaynak yaratıp, büyük ölçekli projeleri hayata geçirecekler, sonra o büyük ölçekli projeleri aynı süreçte kaynak yaratmanın aracı olarak kullanacaklar. Bu klasik borç ve yükümlülüklerin bilmediğimiz mecralara akması ve büyüklüklere ulaşması demek!

Ne var ki, Türkiye, gerek kredi bulmakta gerekse bu piyasalara girmekte çeşitli nedenlerle zorlanıyor. Düşen kredi notları gidişatın “iyi olmadığını” gösteriyor. Bu durumu olumlu görebiliriz lakin karşı karşıya kalınan tablo bu kadar basit değil! Çünkü bu kez piyasalara girmek için daha yüksek bedeller ödeniyor. Kısaca çaresizliğe işaret eden bir proje sarmalının içine itiliyor Türkiye ve İstanbul!

Bu resmin gösterdiği gerçeklik şu; büyük projeler sadece geçmişin değerlerini ve bugünün birikimi tehdit etmiyor, geleceği de şimdiden elden çıkarıyor. O nedenle büyük projeleri, büyük resmin içine koyarak mücadele etmek zorundayız.

Konu önemli devam edeceğiz…