Nihayet suların ortasında küçük bir tepenin üstünde duruyoruz, izbe bir yapı var, içinde dinleniyoruz bir süre. Dizlerimize kadar ıslanmışız, titriyor herkes! Kaçakçı “Kalmalıyız” diyor, “Burada, bu gece!” Herkes birbirine bakıyor ve yeniden o büyük ümitsizlik okunuyor, o karanlığa rağmen, tüm gözlerde

Büyük ümitsizlik okunuyor o karanlığa rağmen gözlerde

Umut GÜNEŞ

Türkiyeli kadın doğrulup kalkıyor, suyun kenarında gökyüzünü, yıldızları izlediği yerinden. Hissediyorum ondaki umutsuzluğu da... Yine de koyuluyor arama işine. İnanması güç ama bir süre sonra bulunuyor aranan parça! Bot yeniden şişiriliyor ve yapılan birkaç sefer sonunda geçiyoruz hepimiz karşıya, yine çamurlara bata çıka! Ama kafamda planladığım o hesapları yapmadan, yapamadan... Sırayla bindirirken bizi bota, seçerken kimlerin olması gerektiğini her seferinde kaçakçı, belki artık yorulduğumdan, belki güvenmek istediğimden artık, hiç sesimi çıkarmadan, hiçbir şey düşünmeden, düşünemeden biniyorum bota söylediği gibi... Sonrasında, yeniden ıpıslak ve çamura bulanmış ayaklarımızla takip ediyoruz kaçakçıyı ve yürüyoruz bir süre daha! Neden “bir süre” diyorum! Çünkü bilmiyorum, saatler ya da belki yalnızca dakikalar geçiyor, bilmiyorum... Tüm zaman kavramı yitmiş sanki!

varamaz elim
ayvasına, narına can dayanamazken,
kırar boynumu yürürüm.
kurdun, kuşun bileceği hal değil,
Sormayın hiç
Laaaaal…
Diyarbekir kalesinden notlar ve Adiloş bebenin ninnisi / Ahmed Arif

Ve yine ve maalesef ki yine bir su kenarındayız... Nehir yatağı sanki her yer, bitmiyor! Gece karanlığında kestiremiyorum çok, ama onlarca küçük derenin, gölcüğün içinde, arasında yürüyoruz sanki... Yürümek değil aslında bu, debelenip ilerlemeye çalışmak... O çamurlar hele... İyice ağırlaştırıyor adımlarımızı... O taşlar ve diğer her şey, ayaklarımıza batan, kesen, yürümemizi daha da güçleştiren! Ne kadar uzun sürdü bu kez! Nihayet suların ortasında küçük bir tepenin üstünde duruyoruz, izbe bir yapı var, içinde dinleniyoruz bir süre. Dizlerimize kadar ıslanmışız, titriyor herkes! Kaçakçı “Kalmalıyız” diyor “Burada, bu gece!” Herkes birbirine bakıyor ve yeniden o büyük ümitsizlik okunuyor, o karanlığa rağmen, tüm gözlerde. Hayır, artık bitmeli bu yol! Kimsenin takati yok artık yürümeye, evet, ama yeniden beklemek olmaz, bu kör karanlıkta, sular ortasında, sırılsıklam ve çamurlar içindeyken daha fazla beklemek olmaz, bekleyemeyiz! Hem ne ekmeğimiz ne de suyumuz var artık. Bilmiyorduk ki yolun bu kadar uzun süreceğini!
O yüzden itiraz ediyoruz hepimiz, gerekirse yakalanalım ama artık yeter, bitsin artık bu karanlık gece ve bu sonu bilinmez uzun yol! Bir şey demiyor, diyemiyor kaçakçı ve yeniden başlıyoruz yürümeye! Yeniden bir dere çıkıyor karşımıza... Öyle ki artık sesi çıkmıyor kimsenin, bir “of” bile çekmiyoruz... Yalnızca nasıl karşıya geçeceğimize bakıyoruz. Bu kez dere derin ama botla geçemeyeceğimiz kadar da dar! İçinde, suyu dikine kesen, karşıya kadar uzanan, demir, altı düz, üstü parmaklıklı, kapı benzeri bir şey, set gibi bir yapı var! Önce kaçakçı geçiyor, karşıya nasıl geçeceğimizi göstererek; çıkıp bu demir şeyin üstüne, yan durup, tutunarak parmaklıklarına geçmeliyiz karşıya. Yalnız parmaklıkların arasından basacak yer bulmaya çalışmak zor, dar çünkü aralıklar. Bir de karşı kıyı, bu kısımdan daha yüksek, o yüzden, karşıya geçen arkasından geleni çekecek yukarı. Iraklı genç adamlar, kucaklarında çocuklarımla zor da olsa tutuna tutuna parmaklıklara, geçiyorlar karşıya. Karşı kıyıya onlardan önce çıkanlar alıp çocuklarımı, çekiyorlar yukarı. Sıra bizde. Bebeğimse Türkiyeli kadına çoktan verilmiş bile. Eşim önce çıkıyor o kapı gibi yapıya, biraz yana geçip beni çekiyor, iki elimle, tutunacak gücü zor bularak ama yine de bularak sıkı sıkı tutunuyorum parmaklıklara, eşim tutuyor yine de bir kolumdan, birkaç adımdan sonra ulaşıyoruz karşı kıyıya. Sıra, Türkiyeli kadınla bebeğimizde. Sırtında çantası, kucağında bebeğim... Nasıl geçeceğine bakıyor tedirginlikle –benim gibi! Bebek taşıma çantasının kulpu çok kısa... Koluna takamaz, ama tek eliyle de tutunup geçemez ki... Elini boşta bırakacak şekilde takıyor yine de koluna –ya koparsa o bez kulplar! Ve iki eliyle tutunarak parmaklıklara, tıpkı o Iraklı adamlar gibi yavaş yavaş ve büyük bir dikkatle geçmeyi başarıyor ve hemen bebeğimi uzatıyor bir gayretle eşime. Eşim, uzanıp önce bebeğimizi alıyor, sonra onu çekiyor yukarı. Nihayet bir dere de böyle aşılmış oluyor... Ve yürüyoruz ve yürüyoruz ve yürüyoruz yine... Susuzluk iyice düşürüyor takatimi, yalnız kaçakçıda var biraz su, biliyorum ama o da vermiyor işte! Eşim daha da sıkı tutuyor ellerimden bu anlarda... Gözlerindeki o korkunç çaresizliği görmek ne acı, elinden daha fazlasının gelmediği o müthiş sıkıntıyı hissetmek ne zor. İnadına gülümsüyorum gözlerinin ta derinlerine bakarak ve sessiz olmam gereken o anlarda, bu kez ben bakışlarımla anlatıyorum ona, her şeye rağmen, dayanacağımı, yapabileceğimizi, bunu da aşacağımızı...

yorgunum diyorsam da inanma, değilim
yaşarım daha yıllar yıllar
ellerim hep böyle yaramın üstünde
acının tarihini düşerim
Şair olmak zarar ömüre / Ahmet Erhan

Gün yeniden ağarıyor. Bir dağın tepesindeyiz bu kez, karşımızda, uzakta bir köy görünüyor, dinleniyoruz yeniden. Bebeğimi emziriyorum bir süre, sonra Türkiyeli kadın istiyor bebeğimi, biraz sevip kaçakçının yanında getirdiği çarşafın bir köşesinden altına giriyor bebeğimle ve uzanıyorlar, ağaçlar altında, o dik yamaçta! En azından belki o biraz korunur soğuktan böylece... Ne kadar güzel ne kadar sessiz bir bebek, sanki biliyor, hissediyor her şeyi o da kardeşleri gibi. Uyumaya çalışıyoruz bizler de biraz, ama çok geçmeden avcı köpeklerinin sesi geliyor yakınlarda bir yerlerden. Kalamayız artık burada, hemen toparlanıp yürümeye başlıyoruz. Zor diye bu tepede hızlı yürümek, yakındaki yola çıkıyor kaçakçı. Ama görüyor köpeklerden biri bizi ve havlamaya başlıyor! Geri dönüp koşmaya başlıyoruz. Avcılar gelmeden, görünmeden kimselere, kaçmalı ve saklanmalıyız. Yoldan çıkıp ağaçlar arasına dalıyoruz, daha hızlı olmamız gerektiğini söylüyor kaçakçı ama çok zor... Takatim yok, ama yine de zorlayarak kendimi, koşuyorum bir şekilde... Bir süre sonra “Tamam” diyor kaçakçı, “Kaybettirdik izimizi.”


Saatler geçiyor, yine yürüyerek, yine bekleyerek ve yine saklanarak ve sonunda geliyor beklenen haber, “Araç varmak üzere.” Orman içinde saklandığımız yerden aracın bizi alacağı yere doğru geçip, otoyolun altında bayır bir yere uzanıp yüzüstü, saklanıyoruz ve kaçakçının talimatını bekliyoruz; o söylediği anda kalkmalı, hiç duraksamadan koşup araca binmeliyiz... Ve nihayet ve nihayet araç geliyor... Nasıl çıktım o bayırı, nasıl koştum o yolu bilmiyorum! Çocuklarım Iraklıların kucaklarında, bebeğim bir Afgan’da. Koşuyor, koşuyor ve doluşuyoruz koltukları çıkarılmış bir minibüsün arka kısmına... Zorla da olsa oturuyorum bir camın dip kısmına ve veriyorum sırtımı bir köşeye... Sonra da bebeğimi alıyorum kucağıma. Türkiyeli kadınsa en arkadan gelip yetişiyor bize. Arkada yer kalmayınca öne oturmasını söylüyor kaçakçı ve geldiğimiz yoldan hızla geri dönüyor. Kadın bana bakıyor ve öne gelmemi istiyor benim de ama izin vermiyor şoför, birden gaza basıyor. Ama bebeğimi veriyorum, en azından bebeğim biraz daha rahat gitsin diye.

Tamamdı, değil mi! Bitmişti artık her şey...
Umut bir öykü adı, başında önde gider,
Bir ayrım olur sonra, yarası dünde gider.
Eski öykü / Özdemir Asaf

SIRTTA ÇANTALAR, KUCAKTA BEBEK, ELDE ÇOCUKLAR

İki gün boyu süren yol, yalnızca yürüyerek dağdan, taştan, tarladan, dereden gidilen kilometrelerce yol... Susuz ve yemeksiz son demlerinde. Sırtta çantalar, kucakta bebek, elde çocuklar, hiç sesleri çıkmayan, hiç söylenmeyen, söylenemeyen onlarca insan!

Ve tüm bunların ardından, ne büyük bir huzur bu ilk “varış”!

buyuk-umitsizlik-okunuyor-o-karanliga-ragmen-gozlerde-766466-1.



Düşünürken bunları ben, henüz yeni çıkmışken yola, henüz yeni soluklanmışken, durduruluyor araç. Perdeleri çekili arka camların... Ne olduğunu anlamıyoruz önce. Sonra kapı açılıyor. Yunan polisleri! İlk söyledikleri şey; “Artık güvendesiniz, korkmayın” oluyor. Gerçekten güvende miydik artık bilmiyorum, yalnızca sevinçle alkışladığımızı hatırlıyorum! Belki bittiği için artık yol, belki gerçekten kurtulduğumuzu düşündüğümüzden, belki de bir ümit bize kötü davranmasınlar diye alkışladık, bilmiyorum. Bu kez Yunan polisi bir sayım yapıyor araç içinde -kimlikler, şehirler, ülkeler değişiyor, ama yine ve yalnız birer “baş” olarak görülüp sayılmamız değişmiyor- ve Türkiyeli kadınla bir şeyler konuşuyor. Kadın, bebeğimi ve beni göstererek bir şeyler anlatıyor. Polisin şaşkınlığı gözlerinden okunuyor, diğer polislerden birini çağırıyor ve bizi gösteriyor ona da. Doğumu mu anlatıyor? Nehir kıyısında, orman içinde, ıslak çimler üzerinde, bir kasım günü, sabahın ayazında, küçücük bir çakı ve bir parça dikiş ipliği ile yapılan doğum... Şaşkınlıkları bu yüzden olmalı polislerin... Peki, ben, ben nasıl dayanabildim buna, nasıl tutundu bebeğim yaşama, nasıl dayandı çocuklarım bu yola!

Gerçeği söylüyorum size. İnsan uçurumun kenarına varmadan kanatlanamaz.
*Nikos Kazancakis

Bir süre bekliyoruz araç içinde, sonra bir karakola götürülüyoruz. Gittiğimde karakol bahçesindeki ambulans çarpıyor hemen gözüme, anlıyorum ki Türkiyeli kadının dedikleri işe yaramış. Çok önemli bu benim için, bebeğimi görmesini istiyorum doktorların çünkü iyi, sağlıklı olduğundan emin olmak istiyorum. Karakolda önce beni ayırıyorlar gruptan bebeğimle ve kaydımı alıyorlar. Hemen ardından, Türkiyeli kadını gösterip “Kaçakçı bu mu?” diye soruyorlar! Duyduğum anda bu soruyu şaşırıyorum, üzülüyorum. Yalnızca kafamı sallıyorum “Hayır” anlamında, söylemek istediğim onca şey varken aslında... Cevabım yetti mi onlara bilmiyorum... Çocuklarım, eşim ve diğer herkesi bırakıp arkamda, bırakıp aklımı ve gönlümü onlarda, bebeğimle ambulansa biniyor ve hastaneye gidiyoruz.

Hastanede, bir doktor beni muayene ederken diğer doktorlar bebeğimle ilgileniyorlar. Büyük bir şaşkınlık okunuyor hepsinin gözlerinde ama yüzlerindeki ifadeden bebeğimin iyi olduğunu anlıyorum, öyle hissediyorum yani, ama yine de küveze koyuyorlar. Ben nasılım? Tüm yolun ve yaşadıklarımın yorgunluğu yeni çıkıyor sanki bedenimden. Hayal gibi tüm yaşananlar ve şu an... Doktor bir şeyler soruyor, bense yalnızca bakıyorum... Hâlâ ağrım var, kanamam da durmamıştı aslında ama bir şey demiyor, diyemiyorum yani. Kendimde değilim sanki bu an... Birkaç dikiş atıyor doktor, sonra da serum bağlıyorlar. Uyumuşum bir süre, gözlerimi açtığımda gece çoktan çökmüş, ay doğmuştu ve ben yapayalnızdım, bebeğim yapayalnız... Ne zor bu ilk gece, bebeğimden, çocuklarımdan ve eşimden ayrı geçen...

bir ay doğuyor usul usul
karanlığın göğsüne,
dünden bugüne kendini
biraz daha eksilterek getiren
küsmüş göğüne besbelli
geleceği göremediğinden
taşıyor oysa hüzünlü bitişinde
doğuşunu yeniden
Eksilen / Metin Altıok

Ertesi gün de bırakmıyorlar bizi, yine hastanedeyiz, yine bebeğimden ayrı... Şimdi “iki yitik hasret, iki parça canız” (Suskun / Ahmed Arif). Bedenim çökmüş sanki, ayaklarımın ağrısı korkunç ve bu kez sancı yüreğimde... Ne zaman bırakacaklar bizi, ne zaman kucağıma alacağım bebeğimi? Ne zaman göreceğim çocuklarımı ve eşimi? Ömür gibi geçen o koca iki günün ardından nihayet getiriyor doktorlar ve kollarıma veriyorlar bebeğimi ve ben alıp yüreğime koyuyorum onu. Sonrasında ise iki polis gelip götürüyor bizi...


Ve ben sonunda kavuşuyorum yeniden sevdiklerime, bu kez nezarethanede. Demir parmaklıklı iki kapının ardından giriyorum kadınlar koğuşundan içeri. Sekiz kişilik koğuşta kalan 12 kişi... Eşim ve çocuklarım da burada... Hemen yanında ise erkekler koğuşu ve her yer duman altı... Kollarımda henüz 4 günlük bebeğimle ilk kez atıyorum adımımı bir koğuştan içeri... Yeniden birlikteyiz... Ne büyük sevinç onları yeniden görmek, ne büyük bir huzur çocuklarının ve eşinin öyle içten sarılması sana... Muhammed ve Dilxoş ne güzel seviyorlar kardeşlerini böyle ve biz ne güzel sarıyoruz birbirimizi yeniden. “Rüyaydı bütün çektigimiz. Rüya kahrım, rüya zindan. Nasıl da yılları buldu, bir mısra boyu maceram (Suskun / Ahmed Arif).”
Türkiyeli ve Suriyeli kadınlar da burada, koğuştaki diğer herkesle birlikte ve heyecanla doluşuyorlar etrafımıza. Önce bebeği seviyorlar biraz, sonra bir parça yemek varmış koğuşta, onu verip uzaklaşıyorlar yanımızdan. Dilxoş ve Muhammed de kardeşlerini sevdikten sonra, üst ranzaya çıkan Türkiyeli kadının yanına gidiyorlar. Ona Soranice kelimeler öğrettikleri bir oyun bulmuşlar, gülüp eğleniyorlar birlikte. Çocuklarımı günler sonra böyle gülerken görmek içimi ısıtıyor... Bir şeyler yerken bir yandan, eşimle hasret gideriyorum ben de. Evet, hasret gideriyoruz, biz hiç ayrılmamıştık birbirimizden çünkü hiçbir zaman bırakmamıştık ki birbirimizin elini... Müthiş mutlu hissediyorum aslında bu anda kendimi ama eşim koğuşta kalanları ve durumlarını anlattıkça yeniden hüzün ve endişe sarıyor ruhumu...