Erken seçim olsun ya da olmasın, sokağın yükselen sesinin iktidarın ekmeğine yağ süreceği ve izlenen ekonomi planının kendiliğinden iflas edeceği inancına dayanan bir muhalefet aklı, mevcut durumda Saray’ın tek ümidi.

Büyük yanılgı: “İktidarın işine yarar”

Berkant GÜLTEKİN

16 Aralık sabahı gündemin ilk sıralarında, New York Times’ın Türkiye’deki ekmek kuyruklarını konu alan haberi yer alıyordu. TL’nin hızlı değer kaybının ülke ekonomisi ve halkın alım gücü üzerindeki negatif etkisine dikkat çekilen haberde, ekmek kuyruğunda bekleyen yurttaşların Erdoğan’ı eleştirerek başlarına bir iş gelmesinden korktukları için konuşmaktan kaçındıkları, konuşanların ise aynı endişeyle isimlerini vermedikleri vurgulanıyordu.


Türkiye’de günden güne derinleşen ekonomik kriz ve korku ikliminin bilinçli şekilde körüklenmesi birbirinden bağımsız olgular değil elbette. 25 Kasım’da yayımlanan Milli Güvenlik Kurulu bildirisinde ekonomik gelişmelere yer verilip, “Türkiye’nin ekonomi politikalarını hayata geçirme sürecinde karşılaştığı ve karşılaşabileceği tehditlerin değerlendirildiğinin” belirtilmesi, bu iki olgu arasındaki ilişkiyi net şekilde gözler önüne serdi. Erdoğan’ın “Sosyal medya, demokrasi için tehdide dönüştü” sözünden bir gün sonra, sıradan yurttaşlarla ülkenin ahvali üzerine sokak röportajları gerçekleştiren YouTuberların eş zamanlı olarak gözaltına alınmaları ve ev hapsi ile filli şekilde cezalandırılmaları, bildiride bahsi geçen ‘tehdit’ ifadesinin bir tercümesi niteliğindeydi.

Ayrıca belirtmek gerekir ki düzenin baskı enstrümanları polis ve yargıyla da sınırlı değil. Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü’nde ekonomik kriz ve barınma sorunlarına ilişkin forum düzenleyen öğrencilere faşist gruplarca gösterilen bıçaklar da bu süreçte toplumu sindirmek amacıyla kimi ‘sivil’ güçlerin devreye sokulabileceğinin sinyallerini veriyor.

Prof. Dr. Korkut Boratav, 30 Kasım’da BirGün’de yayımlanan söyleşisinde, iktidarın ekonomi anlayışına karşı çıkanların “ekonomik savaş”ın muhatapları olacağına işaret edip, “Seçim konjonktürüne göre, bu politikanın muhalifleri ‘ekonomik terörist’ muamelesi de görebilirler” şeklinde bir değerlendirme yapmıştı. Yukarıda sıraladığımız gelişmelerin bu politik kurgunun birer yansıması olduğunu ifade edebiliriz.

Sözünü ettiğimiz teyakkuz hali, aynı zamanda AKP rejiminin yoksullaşmaya karşı tabanda gelişecek bir sokak muhalefetinden ne denli ürktüğünün de göstergesi sayılabilir. İktidar bugüne kadar siyaseti en güvenli hissettiği zeminde yürütmenin konforunu yaşadı. Polemiklere ve üst perdeden yapılan hamlelere indirgenen siyaset, AKP’ye zaman kazandırarak yaşadığı krizleri aşma imkânı verdi. Bunun ötesine geçilen durumlarda ise (Gezi vs) iktidar içi çatlaklar derinleştirilerek siyasal İslamcı hegemonya geriletilebildi.

Kuşkusuz ‘resmi muhalefet’in hareket alanı belli ezberlere sıkışmak zorunda değil ve iktidar bu aks üzerinden de zayıflatılabilir. Nitekim CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun Merkez Bankası ve TÜİK’e yönelik basıncı, alışılagelmiş kalıpların dışına çıkan bir strateji geliştirildiğinde AKP’nin ne kadar bocalayabileceğini gösterdi. Ancak yine de siyaseti toplumsallaştırmayan, halkın politik bir özne olma çabasına ket vuran ve emekçilerin örgütlü gücüyle yaşama müdahalesinin yaratacağı rüzgârı göz ardı eden bir muhalefet çizgisinin aşamayacağı bazı engeller söz konusu.

İktidarın uygulamak istediği ekonomi politikasının anca çok güçlü bir baskı ortamıyla hayata geçirilebileceği aşikâr. Tam da burada, YouTuberları bile kendine tehdit olarak gören Türkiye’nin yönetim aklı kimsenin kaşını oynatamayacağı bir kontrol ortamı isterken, muhafazakâr ideolojinin sınırlarına hapsolmuş, sokağa ve halkın örgütlü gücüne sırt çeviren bir muhalefetin sonunda kendi kuyusunu kazacağını hatırlatalım. Ücretlerin hayat pahalılığı karşısında anlamını kaybedeceği ve toplumun geniş kesimlerinin giderek daha da yoksullaşacağı yakın gelecekte, erken seçimi söylemle savunmanın ötesinde, bu adaletsiz düzene itiraz eden kitlelerin taleplerinin somut bir güce dönüşmesine ihtiyaç var. Bu ihtiyaç yadsındığı sürece, rejim kendini tahkim etmek için daha geniş bir alana ve imkâna sahip olacak.

Kısa bir süre önce sokakta düzene karşı açığa çıkan enerjiyi, “İktidarın işine yarar” argümanıyla eleştiren bazı muhalif sesler duymuştuk. Hangi eylemin kimin yelkenini şişireceğini ustalıkla hesaplayabilen bu fayda mühendislerine göre, iktidar zaten gidiyor ve sokakta verilecek herhangi bir toplumsal reaksiyon, Saray’a baskının kapsamını genişletme şansı veriyor. Eğer halk evde oturup sandığı beklerse, iktidar insafa gelir bir kaos atmosferi yaratmadan seçimleri kaybettikten sonra meydandan çekilir. Böylece AKP de geldiği gibi yolcu edilir ve Türkiye’de yeni bir dönem başlar.

Hayal etmek güzel ama mesele memleketin ve dolayısıyla halkın geleceği olduğunda, Pollyanna’yı dahi yaya bırakacak iyimser tahminleri gerçeğin süzgecinden geçirmek gerek. Yaklaşık 20 yıldır devlet mekanizmasını kontrol eden ve onun karakterini tepeden tırnağa değiştirmiş bir iktidarla karşı karşıyayız. Bu iktidar şimdi, ekonomik krizin ağır yükünü omuzlarında taşıyan on milyonların tepkisini, milliyetçi-muhafazakâr ajitasyonla manipüle etmeyi amaçlıyor. Buna razı gelmeyecek kitleleri ise yasaklarla, tehditlerle ve zorbalıkla disiplin altına alabileceğini düşünüyor. Bütün yığınağını tam olarak buraya yapıyor ve iktidarın sözcüleri de hemen her gün politik açıklamalarıyla inşa edilmek istenen bu gerici düzenin arka planını hazırlıyor.

Ancak Türkiye’de bir süredir fayda mühendislerinin gözden kaçırdığı, Saray ahalisinin ise seyrini endişeyle takip ettiği bir gerçeklik var. Yıllardır haklı politik gerekçelerle siyasal İslamcı iktidara karşı çıkan ve rejimin hiçbir koşulda teslim alamadığı ülkenin yüzde 50’sine, eskiden AKP’nin etki alanında bulunan ancak son birkaç yılda her geçen gün daha da yoksullaşan kesimler parça parça katılıyor. Yani basit deyimle, siyasal muhalefete ekonomik muhalefet eklemleniyor. Bu değişimin en önemli ayağı, geçim derdinin başat mesele haline gelmesiyle birlikte kimlik temelli siyasi anlayışın yerini sınıfsal beklentilerin ön planda olduğu bir yaklaşıma bırakması. KONDA Araştırma’nın Genel Müdürü Bekir Ağırdır’ın bu ay içinde yaptığı bir sunumda işsizlik, yoksulluk ve gelir dağılımı gibi insanların hayatlarına değen sorunların artık kültürel kimliklerin şehvetini eritmeye başlattığını kaydederek, “Yeniden, sınıfsal gerilim yükseliyor” tespitini dile getirmesi, sözünü ettiğimiz sosyolojik değişimin saha araştırmalarına da yansıdığının net bir işareti. Dolayısıyla “muhafazakârları ürkütmeyelim” hattından çıkıp, emekçi kitleleri sol ve dönüştürücü nitelikte bir politik perspektifle kapsayıp düzenin egemenlerini ürkütelim diye düşünmek gerekiyor.

Erken seçim olsun ya da olmasın, sokağın yükselen sesinin iktidarın ekmeğine yağ süreceği ve izlenen ekonomi planının kendiliğinden iflas edeceği inancına dayanan bir muhalefet aklı, mevcut durumda Saray’ın tek ümidi. Açlığın ve yoksulluğun ülkeyi kasıp kavurduğu böylesi bir dönemde, bu düzenin değişmesinden yana olanların sorumluluk almaktan başka şansı bulunmuyor. Çünkü tarihin sayfalarında şöyle yazıyor: Faşizme halkın örgütlülüğü değil, halkın örgütsüzlüğü yol verir.