Unkapanı köprüsünün asfaltında aracın hızı kesen demirler vardır.

Büyükşehir çalışıyor. O yüzden şehirde gezerken Büyükşehir’in kimi çalışmalarını görmemek için başka yöne bakmak yahut başımızı öne eğmek ihtiyacı duyuyoruz… Unkapanı köprüsünün asfaltında aracın hızı kesen demirler vardır. Otobüsler zıplaya zıplaya gider. Çocukluğumda lunaparktaymışım gibi eğlenirdim körüklü otobüslerle Unkapanı köprüsünden geçerken. Köprünün iki yanından akan denize baka baka Taksim’e varırdık. Şimdi Unkapanı köprüsünden geçerken Haliç Metro Köprüsü’nü görmeyeyim diye başımı diğer yana çevirmek zorunda kalıyorum.

Şehirden arınmak için adaya gittiğimde denizin ötesinden görünen gökdelenleri görmemek için adanın arka kısımlarına kadar yürüyorum. Taksim meydanında anıt gibi yükselen dev havalandırmayı görmemek için başım önde yürüyorum. Gezi parkının verandasına gittiğimde Gökkafes’i görmemek için denize bakmak yerine balkonun taşına oturup parka bakıyorum. Verandaya da Beltur çaycısı kurdular şimdi. Başımı yerden kaldıramıyorum. Sokakta görseniz ne hanım kız dersiniz.

Samatya’da pencereden bakmayı bile içimiz kaldırmıyor artık. Deniz manzaralı evler, dolgu alan yüzünden kara manzaralı oldu. Uzun zamandır Samatya’daki evler gemilere değil iş makinelerine bakıyor. Evi geçtim, Samatya sahilden denize bakınca bile kara görüyorsunuz. Büyük kısmı otopark olarak tasarlanıp geri kalan kısmının büyükçe bir alanına da kafelerin açılması planlanan dolgu alan, denize doğru bir kan çıbanı gibi uzanıyor; deniz, sahil ve dolgu alan arasında önü kesilmiş bir nehir görünümünde. Samatya sahile inince dolgu alanı görmeyeyim diye, Yenikapı’ya ve denize sırtımı dönüp Zeytinburnu yönüne bakıyorum. O tarafta da dev kuleler, sahil boyunca sıralanmış gökdelen görünümünde oteller var. Mecburen Turgut Uyar: “Bu evleri atla bu evleri de bunları da, Göğe bakalım.”

Yenikapı dolgu alanını yakından görmeyi içim kaldırmıyor... Deniz doldurulduğundan beri sahile yürüyüşe inince mecbur Zeytinburnu istikametine yöneliyorum. Halbuki Yenikapı istikameti daha ferahtı eskiden, tarihi şehir siluetinin bir kısmı görünür ordan. İstanbul’un kalbine yürür gibi yürürdünüz.

Her şeye kötü yönünden bakmamak lazım, Samatya sahilden Zeytinburnu’na doğru yürümek de güzeldir; denizin gökdelenler görünen ufkuna ve surların ardından uzanan dev binalara bakmayıp görüş alanınızı 5 metrekare etrafınızla sınırladığınızda, bir sürü Sait Faik hikâyesi görürsünüz. Tabi bu kadar mikro bir alana odaklanınca insan gördüğüne daha dikkatli bakıyor, önceden görmediklerini fark ediyor. Sadece yeni biçilmiş çimen kokusunun güzelliğinden, bazı ağaçların meğer dut ağacı olduğunu keşfedip yol boyunca dut yiye yiye ilerlemekten, doğaya ankastre seyyar çaycı kültürünün sahil başında termosla çay satanlardan ibaretken Zeytinburnu’na doğru üçlü koltuk ve karşılıklı kanepelerin ortasına konmuş zigon sehpalarda semaver çayı servisi noktasına kadar ilerlemesinden söz etmiyorum, geçen gün sahilde bir kale keşfettim.

Büyükşehir çalışmaya görsün, her güzellik bir sınıra çarpıyor. Sahilin Yedikule kısmının bir bölümü yayalara yasaktı geçen hafta. Alanın etrafını parmaklıklarla kapatmışlar, denize bakar seyir sıraları, portatif tuvaletler, tente gölgelikler yapılmış. Bekçiyle yolda yürümenin hakkınız olduğu üzerine bir kavgaya tutuşmadan o alana girmeniz mümkün değil. “SPOR AŞ bir süreliğine kapattı burayı, yüzme yarışları olacak” diyor bekçi. Meğer o haftasonu Avrupa Açık Deniz Yüzme Yarışları yapılacakmış. Bu yüzden hafta boyunca halkın sahilin o kısmına ayak basması yasakmış. Biz de spor yapıyoruz, yürüsek olmuyor mu ille yüzmemiz mi lazım? Tuvaletleri de bu etkinliğe katılmayan halkın kullanması yasak. Spor aş. işi bitince tuvaletini de alıp gidecekmiş…

Ertesi gün cesaretimi toplayıp sahilin Yenikapı kısmına yürümeye karar verdim. “Sura kadar yürür, dolgu alan sınırından geri dönerim.” Dönemedim. Surun oraya müzik sesi geliyor ötelerden, neyler, defler, erbaniler… Ne oluyor ki ilerde? Caddenin karşısındaki panolarda “Ramazan coşkusunu Yenikapı Sahili’nde yaşayalım” yazıyor. Başladım yürümeye. Alandaki iki büyük yazlık mescidi geçip ramazan etkinliklerinin yapıldığı alana vardım. Açık hava mekânına cami kapısı biçimine bir kapıdan giriyorsunuz. Ramazan coşkusu deyince, ücretsiz yemek dağıtan iftar çadırı sanmıştım, öyle değil, bildiğin restoranlar sokağı yapmışlar. Ünlü yemek şirketleri stant açmış. Bedava olan tek şey Halk Ekmek standının masasında bulunan tabaktaki kıtır ekmekler. Onun dışındaki her şey, restoranların mönü fiyatına. Bu dolgu alanın ekmeğini yemek için oruç ayını beklemişler demek… Yenikapı dolgu alanda gerçekleşen 6 kişilik dev 1 Mayıs mitingi kadar olmasın alan yine de tenha… Ramazan coşkusu için Yenikapı sahilindeyiz, denizin kokusu vuruyor ama denizi göremiyoruz. Alanın etrafını paravanla çevirerek deniz manzarasını örtmüşler. Kaçtım hemen o sahneden.

Ertesi gün sahilden vazgeçip Yedikule’nin iç kısımlarında yürüyeyim dedim. Yeni yapılan konaklar için suru delip araba yolu açtıkları gedikle karşılaşıp başımı öne eğdim…

“Mazide kalan hatıra değişmez zamanla, ne vefalı komşumuzdun sen Fahriye Abla” Çocukluğumuzda hayran olup ilerde de çocukluğumuzdaki gibi anmak, görmek için direndiğimiz Fahriye Abla gibi İstanbul. “Bırak geçmiş günleri gönlüm hatırlasın…” Lakin Büyükşehir çalışıyor. Şehir hatırladığımız gibi kalsın, bu çirkinlikler inşa edilmesin diye elimizden geleni yapıyoruz. Kural tanımadan bitiriverdikleri yapılar karşısında onların ayıbı yine bize utanç oluyor. Bakmaya yüreğimizin dayanmadıklarını görmemek için başımızı bir eğeriz iki eğeriz… Geçen yaz nerede olduğumuzu biliyoruz.