Büyülü bir patlama ve sonuçları

DOĞUŞ SARPKAYA

Latin Amerika edebiyatı denilince akla hemen büyülü gerçekçiliğin gelmesi sık karşılaşılan bir durum. 1960’lı yıllardan itibaren en önemli eserlerini yayımlamaya başlayan Marquez, Llosa, Cortazar ve Fuentes’in oluşturduğu fırtına uzun zaman bu ülke edebiyatının sürükleyicisi oldu. Daha sonra El Boom olarak adlandırılacak bu edebi hareketlilikle birlikte Latin Amerika edebiyatı önemli bir atılıma geçti. Toplumsal gerçeklikle kurulan bağı yeniden tanımlayan, olağanüstü durumları günlük olaylarmışçasına anlatan, zaten akıl almaz bir gerçekliğin içinde yaşamını sürdüren Latin halklarının tarihsel travmalarını sayfalarına taşıyan bu yazarlar, kendi topraklarının hikâyelerinin dünya edebiyatında ses bulmasını sağladı. El Boom yazarları politik, toplumsal, coğrafi ve türsel sınırları aşarak, başka anlatım tarzlarında yan yana gelmesi olanaksız ögeleri birleştirerek, gerçekle büyü, olağanüstü ile olağan, somut ile soyut, ben ile öteki, kadın ile erkek arasındaki sınırları belirsizleştirip yepyeni bir anlatım tarzını yakalayabildi.

Patlamayı işaretleyen Roman

Büyülü gerçekçilik tanımının neredeyse tüm Latin Amerikalı yazarları kapsayan bir üst başlığa dönüşmeye başlamasını sağlayan temel eser Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ıdır, dersek abartmış olmayız. Marquez, bir Kolombiya kasabasının yüzyıllık tarihini, devrimler ve karşı devrimlerle şekillenen bir ülkenin emperyalist aç gözlülükle sömürülüşünü de merkeze alarak anlatmayı başarmıştı. En korkunç olayları tekdüze dille anlatan büyükannesinden miras aldığı üslupla romanını kaleme alan yazar, döneminin doruk noktasını tayin etti. Bunu parçalanmış dünyanın gerçekliğini onararak gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Daha doğrusu kapitalizmin Batı’da yarattığı etkinin Latin Amerika’da farklı biçimde karşılığını bulduğunu fark etmişti, Marquez. Onun büyüdüğü ortamda toplumsal yaşam ile inanışlar, masallar, efsaneler arasında bir kopuş gerçekleşmemişti. Dolayısıyla gerçek ile düşler arasında bağ yaşamaya devam ediyordu. Marquez bu bağın yarattığı güçlü etkiyi muhafaza edecek bir formül bularak roman sanatına farklı bir soluk getirmeyi başarmıştı.

Dinamik Bir Bakış Açısı

Aynı dönemde Julio Cortazar hem Seksek romanı hem de öyküleriyle farklı bir yazın stratejisi geliştirmeyi hedefledi. Cortazar, özellikle öykünün gerçekliği ele alış biçimini değerli buluyordu. Öykücü, tıpkı bir fotoğrafçı gibi hareket etmeliydi ona göre: “Gerçeğin içinden bir fragmanı kesmek, onu belli sınırlara hapsetmek ama bunu öyle bir şekilde yapmak ki, bu kesilen parça kanat kanat açılarak çok daha geniş bir gerçekliğe nüfuz eden bir patlamaya dönüşsün, kameranın kapsadığı alanı ruhsal olarak aşan dinamik bir bakış açısı olarak hareket etsin.” Öykülerini de işte bu stratejiye göre kaleme aldığını düşünebiliriz. Başyapıtı sayılan Seksek romanında ise klasik yapıyı reddederek açık uçlu bir roman, başka deyişle bir “anti roman” kaleme aldı. Okuyucunun, yazarın belirlediği bir plana göre romanın farklı bölümlerini yeniden düzenlemeye davet edildiği bu roman da büyülü gerçekçiliğin sınırları içinde değerlendirilmiştir.

Carlos Fuentes’in Artemio Cruz’un Ölümü romanı da bu dalganın içinde ele alınan romanlardan. Okuru, devrimciyken acımasız bir kapitaliste dönüşen bir adamın ölüm döşeğindeki düşünceleri arasında dolaştıran romanda Meksika’nın yakın tarihini masaya yatırır yazar. Aynı zamanda hikâye ihanet, rüşvet, yolsuzluk ve acımasızlık yoluyla zenginleşen Meksika’nın yeni egemen sınıfını da konu edinir. Fuentes, gerçekte yaşananlarla daha sonrasında bunu anlatma biçimlerimiz üzerine kafa yorar: En vahşi gerçeklerin yeniden kurgulandığında nasıl da pamuklara sarılabileceğini tartıştırır Artemio Cruz’un Ölümü’nde.

El Boom’un dördüncü üyesinin ise Mario Vargas Llosa oluğu su götürmez bir gerçek. Siyasi görüşleri nedeniyle diğer yazarlardan ayrılsa da romansal hakikate bağlı kalışıyla büyük yazar olduğunu kanıtlamış isimdir, Llosa. En bilinen eseri Kent ve Köpekler olsa da benim açımdan en dikkat çekicisi Yüzbaşı ve Kadınlar Taburu’dur, diyebilirim. Llosa’nın, hayatın bütün alanlarını askeri disiplin, matematiksel kesinlik ve bilimsel yöntemlerle ele geçirmeye çalışan sistemle dalga geçtiği bu eserinde sadece militarizmi değil her türden iktidarı da yermeyi başarır.

Büyülü Gerçekçiliğin Etkisi

Büyülü gerçekçiliğin efsanevi bir akım olarak dünya edebiyatını dalga dalga etkilemeyi başardığı gönül rahatlığıyla söylenebilir. Özellikle Latin Amerika yazınında hegemonik olmaya başlamasıyla birlikte yazarların ayaklarında prangaya da dönüşmeye başlamıştır ne yazık ki. Diğer taraftan tüm dünyada, farklı coğrafyalarda büyülü gerçekçiliğin neredeyse kendiliğinden ortaya çıktığını söylememiz de mümkün. Mesela Çinli yazar Mo Yan’ın daha önce hiç Marquez okumadan kaleme aldığı Kızıl Darı Tarlaları da büyülü gerçekçi ögelerle bezelidir. Kapitalizm öncesi toplumların masallarının, gündelik hayatta hâlâ karşılık bulduğu coğrafyalarda roman, tanrılarını kaybetmemiş toplumların epiğine dönüşmeye başlamıştır çünkü. Benzer şekilde Kenyalı yazar Ngũgĩ wa Thiong’o da Kargalar Büyücüsü’nde A. Ömer Türkeş’in deyimiyle, “Büyüye ve büyücülere dayanan Afrika hikâye anlatma geleneğinden ilham alan Afrika tarzı bir büyülü gerçekçilik” sergiledi. Ülkemizde de Latife Tekin ve Nazlı Eray’ın başını çektiği bir yazar topluluğu kimi zaman bu akımdan haberdar olarak kimi zamansa kendi anlatım biçimlerini keşfederken büyülü gerçekçilikle temas etti.
Sonuç olarak büyülü gerçekçilik, ilk patlamanın yaşandığı zamanlardan bugüne edebiyat dünyasında etki yaratan bir akım olmayı başardı. Üstelik parçalanmış dünyalarımızı bütünleştirmek gibi imkânsız bir görevi sırtlanarak...