Büyümek: Bıkkınlığın başkaldırısı

EMRE ERBATUR

Yaşamımızın duvarları muhtelif. Uygar insan kendinden bile korkan, yarattığı eşitsizlik ve adaletsizlik sayesinde korkmayı öğrenmiş ve öğretmiş, haklı ve meşru göstermiş bir yaratıktır. Bu yaratık, hiçbir şeyde olmasa da en çok kapalı sistemler üretmede, duvarlar inşa etmede ustalaşmıştır. İşte bu yüzden, duvarlarla doludur yaşamımız, dünyamız. Sevdiğimiz insanları bizden ayıran bahçe ve / veya hapishane duvarlarından tutalım da 1980’li yılların sonunda milli tarih kitaplarında okuduğumuz üzere at sırtında sabahlayan “barbarlara” karşı kendini korumak isteyen Çinliler’in bir sürü gariban Çinli’nin yaşamı uğruna inşa ettiği Çin Seddi’ne, oradan Doğu ve Batı Almanya’yı ayıran ve 1990’lı yıllarda yıkılıp tarihin çöplüğüne karışan Berlin Duvarı’na, Berlin’den Trump’ın Meksika sınırına yaptırdığı duvara, oradan da İsrail’in Gazze’de Filistinliler’e karşı inşa ettiği duvara, yaşamımız sonsuz fiziksel, toplumsal ve bireysel duvarlarla çevriliyizdir daima.

José J. Veiga’nın ilk kez 1972’de yayımlanan, Delidolu etiketiyleyse 2019’da, meslektaşım Canberk Koçak’ın temiz ve yalın Türkçesiyle yayımlanan romanı Sakalları Kralların Gölgeleri böyle duvarlar inşa eden faşizan devlete ideoloji ikram eden sermayenin haklı çıkardığı, koruduğu, sahiplendiği duvarlardan bahseden, o duvarların insanı ne hale getirdiğini sorgulayan; büyümekten, erkek olmaktan, annelikten, babalıktan ve evlilikten bahseden, tüm bunlardan duyulan sonsuz bıkkınlığı, bu bıkkınlığı sarmalayan absürtten korkmayan, tam tersine söz konusu absürdü sonuna kadar götürüp, sinir bozuculuğuyla damaklarda lezzetli, buruk bir bunaltı bırakan bir roman.

ABSÜRT BIKKINLIK

Roman, tüm sürrealist enerjisini bu absürt bıkkınlıktan alan dinamik, ekonomik bir metin aynı zamanda da. Zengin ve saygın bir toplum olma hayaliyle herkesi iş sahibi yapmayı vaat eden ama sonra da bu ham hayali sözcüğün her iki anlamında da sindirip, evinize kadar girip mahreminizi tehdit edip, duvarlarıyla polis devletinin ceberutluğunu besleyen Şirket, duvarlarla yaşamayı bir türlü öğrenemeyen, içlerinden her geçen gün kaybolan insanların bile peşine düşemeyen, artık bakabilecekleri tek yer olan göğe bakmak için leş yiyici akbabalarla dost olmakta umar arayan insanlar; insanlara resmen boyun eğdirmek için, akbabaları görmek amacıyla başlarını kaldırmalarına gelen yasak, toplumun gerçeklik algısını sorgulattıran sihirbazın Şirket açısından oluşturduğu tehdit; bu tehdidi ekarte etmek için toplumsala içselleştirilen unutturma silahı; yengesine aşık ergenin gördüğü düş, bu düşten bir türlü çıkamaması; babasının, Şirket’in müfettişi olup sonrasında bu deneyimiyle yüzleşmesi, önce kendi toplumunca sonra da Şirket’çe ortadan kaldırılması; ergenn tam da en çaresiz kaldığı bir anda gördüğü uçan adamların onun düşünün bir parçası oluşu ve tüm absürtlüğüyle gelen, huzur vermekten aciz otoritelerin gölgelerinde büyümenin bıkkınlığı.

Tüm bunlar kimin umurundadır? Romanın satır aralarında sorduğu soruların en önemlisi tam da budur. Biz yeryüzünün bir köşesinde emeğimizin peşinde ömrümüzü tüketirken, yaşamlarımıza sinen ve romanın usul usul öykülediği sinsi vahşet kimin umurundadır. İnsan kimi zaman öylesine sindirilebilir ki sessizliği, suskunluğu absürt bir biçimde sığındığı tek sığınak olabilir.

AKIL DIŞI BİR KÂBUS: FAŞİZM

Geriye delirmek kalır tabii. Delirmek, akıl dışı, kimi zaman bir kaçıştır, kimi zaman da görünürdeki aklıyla, insanı kendi gizil akıl dışına uydurmaya çalışan devlete ve onun fallusu Şirket’e, onun görmezden gelemeyeceği denli katı bir karşı duruştur da. Romanda uçan insanlar şeklinde var olan toplumsal halüsinasyonlar devletin ve sermayenin kurguladığı akıl dışı kabusu geçersizleştiren, onu yok hükmünde kılan direniş atılımları olabilir der gibidir bu tuhaf yapıt. Ancak romanımız, tuhaf olduğu kadar da, tam, artık bu kadar saçmalığa dayanamayarak elinizden bırakacak olduğunuzda, tuhaflığı ve beklenmedikliğiyle sizi kendine yeniden bağlar. Çünkü sorduğu soruların çok azını yanıtlar. Bir yanıtsızlığı, bir beyhudeliği, bir hiçliği tespit eder. Çıkışı, insan yaşamını hiçleştiren faşizme alternatif bir akıl dışının kıyısında görse de kıyının çıktığı otobanı göremiyoruz henüz. Yolculuk sürüyor. Çocuklar büyüyor. Bıkkınlık, yolculuğun gerekliliğinden duyulan sancının bir habercisi oluyor. Bilincin akıl dışından süzülerek somutlaşması. Tıpkı 2001 yapımı Akıl Oyunları adlı filmdeki şizofren matematikçinin halüsinasyonlarının farkına varmasını sağlayanın, onların yaşlanmadığını ya da büyümediğini fark etmesi gibi bir durumdan bahsediyor olmalı.

Faşizm, kimi ağzı ve omzu kalabalık postmodernistlerin dile getirdiğinin aksine, toplumun egemenlerinin biçimlendirdiği akıl dışının ürettiği bir kabustur, akla değil duygulara, içgüdülere oynar kartını. Kaybettiğindeyse masayı devirir. O da duygusaldır çünkü. Hep kazanmak isteyen şımarık bir çocuk gibidir. Oysa büyümek kazanmak kadar kaybetmesini de öğrenmektir. Ama büyümek kaybetmek kadar nasıl kazanılacağını da öğrenmektir. Dolayısıyla, bize düşen, akılsızlıktan bıkkınlık duymaktır her şeyden önce. Tüm çekiciliğine karşın, o haz dolu rüyadan uyanmak, hazzın metalaştırılmasının ardındaki kabusu kavramaktır. Bıkkınlık ve can sıkıntısı aklımızla duygularımızın, akıl dışının az önce değindiğimiz kıyısında buluşmasıdır ve her şeye karşın umut vaat etmektedir. Sakallı krallar, gölgeleriyle ergenlerin düşlerini ele geçiredursun, büyümek, aşık olmak, cinsellik onların gölgelerinde yeşersin, bu gölgelerden “sıyrılıp gelen” insan, yaşamına sızan faşizme de, bu sızıntıyı meşrulaştıran akıllı görünümlü sermayeye karşı da duyduğu bıkkınlığı umutla, özlemle harmanlamakta, bilemekte ve kınında bekletmektedir.