Şair-i Azam Abdülhak Hamit, az yemekle yetinse de her Osmanlı gibi sofrada çok yemek bulunmasını ister. Fakat bu yemekler arasında Hamit sevmediği için makarna bulunmayacaktır.

Yahya Kemal, yemek konusunda iki şeye meraklıdır: Yağda pişmiş yumurta ile karpuza… Karpuz iri ve gösterişli olacaktır. Dilimler özenle ayrılacak, göbek ortaya çıkacaktır.

Bir lokantaya girer girmez hemen yemek listesini okuyacaktır:

“Kuzu fırın, iç pilav, Tatar böreği, kaymaklı baklava…” derken listenin çok çeşitliği karşısında şöyle diyecektir:

“İşte okumaya doyamadığım en lezzetli eser!”

Yahya Kemal ile Ahmet Hamdi Tanpınar, Mısır Çarşısı’nın girişindeki Pandelli lokantasında kendilerine bir ziyafet çekerler.

Ardından baklavaya sıra gelir.

Birkaç dilim yedikten sonra Yahya Kemal, Tanpınar’a “Kâfir Pandelli” diyecektir, “o, ne baklavaydı, insanın dili adeta rüya görüyor.”

Bir başka gün Tokatlı lokantasında yemek yiyen üstada, yemek sonrası bir tabak baklava ikram edilince şu dörtlüğü söyleyecektir:

“İrfanına aferin Tokatlı

Bir kubbeli şaheser bu tatlı

Cennette de böyle tatlı bulunmaz

Bir baklava elli katlı olmaz”

Babıâli’de cimriliği ile bilinen Tan gazetesi sahibi Halil Lütfi, bir gün Yahya Kemal’i yemeğe çağırır.

Çağrıyı kabul eden Yahya Kemal sofraya oturduklarında düş kırıklığına uğrayacaktır.

Her şey çay tabağına konulmuş misali tadımlıktır.

Tabii Yahya Kemal aç kalmıştır.

Sofraya yeni bir yiyecek gelmeyince “Ben izin verirseniz kalkayım” der.

Halil Lütfi teşekkür eder ve ekler: “Sizi bir daha yemeğe çağırabilir miyim?”

Üstat, hemen yanıt verir: “Elbette, ne zaman isterseniz, hatta şimdi bile…”

Yahya Kemal’in masasında kuş sütü dahi eksik olmaz, öylesine muhteşemdir rakı sofrası…

Fakat, masadakilerin pek çoğuna da el sürmez.

Bir akşam bakar ki, masasında turp yok!

Masaya şöyle bir göz attıktan sonra garsonu çağırır ve sorar:

“Hani, nerede kırmızı turp?”

Garson, “Efendim” der, “dikkat ettim yemiyorsunuz, o yüzden bu akşam masanıza getirmedim!”

“Ben sofraya konan her şeyi yemek zorunda değilim,” der Yahya Kemal, “bazıları da benim göz mezemdir!”

Ahmet Rasim ile Ercüment Ekrem Talu bir meyhanede demlenmektedirler. Ahmet Rasim, masayı çeşitli mezelerle donatır.

Ercüment Ekrem bakar ki, üstadın eli mezelere pek gitmiyor.

“Üstadım, mezelere pek dokunmuyorsunuz?” diyecek olur.

Üstat, hemen yanıtlayacaktır: “Mezeler göz için değil, göz içindir.”

Ahmet Haşim, hoş manzaralara bakmayı, sessizlik içinde düşlere dalmayı sevdiği kadar kahve ve gazinolarda keyif çatmaya ve baharatlı, yağlı ballı yemekler yemeye de düşkündür.

Pandelli lokantasında doyuncaya değil, çeneleri yoruluncaya kadar yemek yiyecek, sonra da bu oburluğundan şikâyete başlayacaktır.

Haşim, aynı zamanda titiz bir çay tiryakisidir.

Bir çay tiryakisi de Abdülhak Şinasi Hisar’dır. Fransız kültürünü benimsediği halde İngilizlerin “ikindi çayı” geleneğine bağlıdır ve çayını bisküvi ile pastalarla içecektir.

Rıza Tevfik yemeğini oyuncaklarla süsler. Mesela patatesi haşlar, çamfıstığından gaga, kuş üzümünden iki göz takar, böylece bir kanarya yapar. Görenler kanaryanın tabakta öteceğini sanırlar.

Hikâye ve roman yazarı Şahap Sıtkı’nın yemekle arası hiç hoş değildir.

Ülkü Tamer trenle İstanbul’dan Eskişehir’e gitmektedir. Trende bir genç kızla karşılaşır. Eskişehir’e kadar durmadan konuşurlar. Bir ara kıza peynirli sandviç ikram eder, kız da ona salamlı sandviç. Fakat salamdan nefret ettiği halde kur yaptığı kızın hatırına sandvici yiyecektir.

Avukat Mehmet Ali Sebük, Nâzım Hikmet cezaevindeyken avukatlığı alır, cezasının haksızlığını, bunun korkunç bir adli hata olduğunu ortaya koyarak çalışır ve sonunda özgürlüğe kavuşmasında önemli bir oynar.

Sebük, “Nâzım’ın Özgürlük Savaşı” adlı kitabında bu dava çerçevesinde Nâzım Hikmet’in Türkiye’deki son yıllarını belgelerle ortaya koyarken Türkiye’nin yakın geçmişinin bir fotografisini de yansıtmaya çalışacaktır. (Cem Yayınevi)

Sebük, adı geçen kitabında Bursa cezaevinde yatarken sık sık görüştüğü Nâzım Hikmet’in “beslenmesi”ni şöyle anlatacaktır:

“Nâzım revirdeki yemekten yararlanabiliyordu. Buna göz dikenler de vardı. Hasta olmadığı halde revirde nasıl yemek yiyor, deniliyordu. Bunu, Sıhhiyeci Vehbi sağlıyordu. Dışarıdan bazen yardım görüyordu, ama çok az. Bazen Balaban’ın annesi yemek getiriyordu. Nâzım, Balaban ve Orhan Kemal bir araya gelerek yemeklerini bir ziyafet dekoru içinde neşeyle yiyorlardı.”