Haftanın bu ilk iki günü önemli. Bugün Başbakan’ın “koordinatörü” Beşir Atalay bir şeyler söyleyecek, ama yol haritasını henüz göstermeyecek. Yarın da Diyarbakır’da DTP’nin “Barış Mitingi” var. Öcalan’ın yol haritası...

Haftanın bu ilk iki günü önemli. Bugün Başbakan’ın “koordinatörü” Beşir Atalay bir şeyler söyleyecek, ama yol haritasını henüz göstermeyecek. Yarın da Diyarbakır’da DTP’nin “Barış Mitingi” var. Öcalan’ın yol haritası acaba yarın açıklanabilir mi? Sahi bu önemli günler “tarihsel önem” de taşıyacak mı? Kürt açılımı başladığında Mehmet Barlas hakikaten çok güzel bir laf etmişti: “Şu anda tarih değil manşet ve yorumlar yazılıyor!”


Henüz açılım aşamasındayız, açılımcıların çözüm yolunda nasıl saçılacaklarını hiç bilmiyoruz. Ama her ihtimale karşı herkes kendi konumuna göre destek ya da köstek beyan ediyor.  Özetle: Bir aslan miyav dedi… Minik fare kükredi… Bir Baykal konuştu bir Bahçeli… Sonunda Başbuğ çerçeveyi bir kez daha çizdi... Erdoğan yine kem küm etti. Açılımın adını yeniledi: Milli Birlik Projesi!


Bizim gibilere göre aslında işin özü belli: Bırakın Kürtlerin yakasını kardeşim! Özgür olsunlar, eşit olsunlar, diledikleri gibi yaşasınlar… Kökten, yani devrimci çözüm budur. Var mı bu işin başka bir çözüm tarzı? Evet var. Herkesin içine sinmese de, hiç olmazsa sorunu hafifletecek bir çözüm pekâlâ sistemin kuralları dâhilinde bir Kürt reformu tarzında da bulunabilir.
Reformlar neden yapılır? A şıkkı: İktidarın böyle bir şeye ihtiyacı vardır. B şıkkı: İktidar, muhalefete (burada Kürt muhalefetine) taviz vermeye zorunludur...  Şimdi Türkiye’de bu A ve B şıkları iç içe geçmiştir.


İktidar sahipleri taviz veriyorum (demokratikleşiyorum) derken kendi başka ihtiyaçlarını karşılayabilir; hayır bunu ülkenin ve milletin bütünlüğü için (kendi ihtiyacımız için) yapıyorum derken, aslında zorunlu bir tavizi de vermiş olur. Dolayısıyla açılım yapılan süreç hakikaten mayınlı bir süreçtir.


Şom ağızlı olmak istemem ama, tarihte yaşanmış benzer süreçlerin şeceresi ortadadır. “Reform eşittir demokratikleşme” şeklinde bir denklem mutlak değildir. Özellikle tepeden yapılan reformlar söz konusu olduğunda… Mesela Çarlık Rusyası’ndaki ünlü Stolipin reformları, Çarlığın en gerici dönemine tekabül eder: Pyotr Stolipin 1906 yılında Çar II. Nikolay'ın başbakanıydı. Tepeden bir tarım reformu yapma peşindeydi. Bu doğrultuda önce Birinci Duma'yı (meclisi) dağıttı, ardından çarlık kararnamesiyle kendi reformlarını yürürlüğe koydu. Reformlar köylülere zemstvo’lara (yerel meclis) gönderecekleri temsilcileri seçme konusunda daha geniş özgürlük tanıyor ve köylüler üzerindeki adli kısıtlamaları kaldırıyordu, ama asıl önemli amacı, köy komünü sisteminin yerine özel mülkiyeti geçirmek, kapitalizm önündeki engelleri yıkmaktı. Stolipin bu reform programını uygularken, kendisine muhalifleri yargılamakla yetkili özel mahkemelerden oluşan yaygın bir ağ kurmuştu. Bu mahkemeler birkaç ay içinde binlerce sanığı “Stolipin kravatı” olarak adlandırılan darağaçlarına göndermişti. (Benzetmek gibi olmasın, bir vakitler Saddam da reform yapıp Kürtlere özerklik vermiş ama sürece noktayı Halepçe katliamıyla koymuştu.)


Öte yandan gündemi belirleyen militarist aktörler henüz susmadılar ki… Hava Kuvvetleri Komutanı “son terörist imha edilene kadar bombalamaya devam edeceğiz” derken, PKK’nin silahlı kolu HPG de “savaşa devam” gerekçesi olarak Öcalan’ın muhatap alınmamasını dayattı. Birkaç gün önce yapılan HPG 5. Konferans kararında şöyle deniyordu: “Konferansımız, Önder Apo’nun yol haritasının reddedilmesi durumunda, bunu inkâr ve imha siyasetinde ısrar etme biçiminde değerlendirmiş, meşru savunma çizgisinde savaş gerekçesi saymıştır.”


Bu süreç sadece yukarıdan aşağıya bir reform düzleminde yaşandıkça, bu türden tehlikeler her zaman mevcuttur. Bunu önlemenin güvencesi elbette Kürt hareketinin izleyeceği yolda da yatıyor. Evet, Kürt hareketi devlet karşısında aşağıdan gelen bir baskıdır. Ancak kendi bünyesinde o da bir nevi “tepeden modernleşme” değil midir?


Kürt modernleşmesi, bir yönüyle kitlesel bir muhtevada gelişiyor. Ama her geç kalmış modernleşme gibi bu hareket de tepeden ve dışarıdan müdahalelerle yönünü bulmaya çalışıyor. Bir yanda ABD’nin emperyal dayatmaları ve Kürdistan Bölgesel Yönetiminin reelpolitik tercihleri, öte yanda Kürt sorununda muhatap denilince ısrarla ve sadece Öcalan’ın işaret edilmesi… PKK’nin eleştiriyi reddeden ve kendisine muhalif tanımayan militarist çizgisi; işte son olarak HPG’nin Öcalan’ın yol haritasını, “kendisine verilmiş bir emir olarak” kabul etmesi, bütün demokrasi talepleri yanı sıra hareketin bünyesindeki katı emir komuta zincirini, hiyerarşiyi gözler önüne sermiyor mu? (Eskiden bu tarz “savaş koşulları” diye mazur gösteriliyordu; ama şimdi “barış süreci”ne girilmedi mi?)


Kendisini demokratikleştiremeyen bir hareketin demokrasi taleplerinin inandırıcılığını yitireceğinden, sanırım demokrasiye gönül vermiş Kürtler haberdardır. Demek ki Kürt hareketi bu zaaflarıyla birlikte ve bunlara rağmen yol almak zorunda. Bakalım nereye kadar…


Elbette bir de sosyolojik gerçeklik var. Kürt sorunu bir yönüyle de köylü sorunudur… Özellikle bölgede yaşayan Kürtlerin çoğunluğu “köylülük özellikleri” taşıyor; köylüler dindar olur; köylülerin vatanı tarlasının sınırı kadardır, tabii tarlası varsa… Ne yazık ki Kürt köylülerinin çoğunun tarlası dahi yoktur ve sadece dini vardır… Topraksız köylü ise kimliği olsa dahi her daim “vatansız”dır. Bu bölgedeki insanlar hâlâ oylarını verirken köyünün ağasından, şeyhinden emir almıyor mu? Ama bu sorun bölgeyle sınırlı bir sorun da değil, bölgedekinden daha fazla Kürt nüfusunun yaşadığı İstanbul’un, Mersin’in ve başka birçok yerin de hayati sorunu. Ve buralardaki Kürtler de gecekondulu (yani yarı köylü) yoksul Kürtler… Velev ki bölgesel özerklik tanındı! Mersin’dekiler, İstanbul’dakiler ne olacak?


Nihayet, sadece Diyarbakır ve İstanbul sorunu da değil, aynı zamanda Erbil sorunu… Bu bağlamda ABD’nin Türkiye’yi ikna etmek için Barzani yönetimiyle ittifak halinde, çözüm sürecinde PKK’yi devre dışı tutma ve hatta tasfiye etme konusundaki beyanları ortada. Bu niyet beyanları H. Barkey raporu ardından D. Phillips raporuyla da pekiştirildi; üstelik bu ikinci rapordaki yol haritasıyla AKP hükümetinin açılımı arasındaki paralellik daha belirgindi. Her neyse…


ABD çözüm tarzı, aslında bizim “ulusalcıların” yüreğine su serpecek bir mahiyette: Bir; PKK sorununu çözecek! Yani onu tasfiye etmiş ya da devre dışı bırakmış gibi yapacak…  İki; Misakı Milli’nin orijinalinde bulunan Musul sorunu da, Kürdistan Bölgesel Yönetimiyle KKTC benzeri ya da “vesayet” yoluyla kurulacak ilişki düzleminde çözülmüş olacak!


Peki bütün bu olguları, bulguları alt alta sıralayınca, çözüme itiraz mı etmiş  oluyorum? Hayır, bu yazının başlığındaki ironi derdimi anlatıyor: Kırmızıçizgilerle kuşatılmış bir özgürlükteki, tepeden ve dışarıdan reformlarla sağlanılan “Türk olma mutluluğunu Kürtçe dile getirme” özgürlüğündeki tuhaflığı hatırlatıyorum. Ve bu sürecin bir çocuk şarkısına dönüşme ihtimali karşısındaki kaygılarımı dile getirmiş oluyorum: “bir aslan miyav dedi / minik fare kükredi / fareden korktu kedi / kedi pırr... uçuverdi / yalan mı tuhaf mı / yoksa inanmadın mı?”

Çocuk şarkısı dedim, ama boşuna demedim: Şimdilerde Diyarbakır’da on yaşında Medya adlı bir yavrucak Kürt sorununa çocukça bir çözüm buldu diye yargılanıyor. Yalan mı? Tuhaf mı? Yoksa inanmadınız mı?