Çağdaş dehşetin öyküsü

Hüseyin IRMAK

Engin Günay’ın kaleme aldığı ve Nota Bene Yayınları tarafından 2021’de raflarda yerini alan ‘Göçer Dünya-Yavana’ isimli roman, fırtınalı geçmişinin mirasıyla yerleştiği (aslında sığındığı demek daha mı doğru?) sahil kasabasında kendini dış dünyaya kapatmak isteyen bir insanın, denizden gelen SOS mesajı peşinden yeniden girdiği hercümercin hikâyesidir.

Okuyucu olarak biz o hercümerce dair satırlarda Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye ve Afrika ülkelerinden yola çıkan mültecilerin çeşitli rotalarda yaşadığı trajik öyküye tanık oluyoruz.

Avrupa ana karasına ulaşmak için Akdeniz havzasında yaşanan can pazarı, bu insanları soyup soğana çeviren insan kaçakçıları ve yol boyu esnaflarını, kadın ve kız çocuklarını kaçırıp şehvet piyasasına kurban eden çeteleri, mültecilere yardıma soyunan her ülkeden gönüllüleri ve kafileleri ‘ana kara’ya sokmamak için her türlü teknolojiyi sonuna kadar acımasızlığına alet eden devletler ile onların aşağılık pazarlıklarını bir kez daha ayrıntılarıyla okuyorsunuz.
Fakat akla zarar teknolojileri ilk çağların haberleşme yöntemleriyle aşmasını bilen mültecilerin ödediği ağır bedel ve her biri kendi başına dehşetengiz bu öyküler, çaresiz bir dille değil, daima bir umudun ve zaferin varlığıyla kendine anlatım bulduğu için ruhunuz daralmıyor. Bir Batı Afrika dilinde zafer anlamına gelen ‘bozaa!!’ kelimesinde somutlaşıyor her şey.

Bengal soylularından Yavana Hatun ve oğlu Zero’nun bir fotoğrafıyla birlikte gelen SOS çığlığının peşine, kendine Salman ismini vererek düşen anlatıcının tanıklığında; insani yardım gönüllüsü Yunan Aleko’yu, sevgilisi Eritreli Samira’yı, bilge insan Halepli ustayı, Afgan Mikael’i, Afrikalı Tikue’yi, falcı Orakel’i, Polisariolu Grace’i, Yahudi gönüllü Pascal’ı, birkaç çocukla birlikte Akdeniz’in azgın sularında kaybolan bir mülteci kadının azmine âşık olarak kendini gönüllü olmaya transfer eden eski insan kaçakçısı İmparator’u, güvercinleriyle Akdeniz havzasında haberleşme ağı kuran Güvercinci’yi, Sınır Tanımayan Doktorlardan Theresia’yı, Doktor Titus’u ve kurduğu komünal çiftliği Collektivo’da Hans Ueli ile eşi Joan’ı tanıyorsunuz.

Onların şahsında ‘göçer dünya’nın topyekûn bir fotoğrafını sunan yazar, ezici çoğunluğumuzun artık göz ucuyla baktığı bu uzak(!) dünyayı, ateşten bir tepsiyle önümüze koyuyor. Her birimize değerek yaşanmasına artık pek aldırmasak da, gerek kirli propagandanın gerek günlük haber bombardımanının etkisiyle zihnimizde giderek sıradanlaşmış olan bir trajedinin adıdır, mülteci yaşamlar…

Kitap, demagojik tanımlamayla ‘Arap Baharı’ denilen evreyle yoğunlaşarak insanlığın gündemine bir kere daha ve yine tüm acımasızlığıyla giren mülteci yaşamlara içeriden bir anlatımla yaklaşıyor. Bu kitap, Akdeniz havzasında son 20 yıldır yaşanan çağdaş dehşetin öyküsüdür. Ve her an bizlerin de başına gelebileceğini hiç unutmadan okumak lazım.

Anlatımı bölge halklarının mitolojisiyle zenginleştirilmiş kitapta kafamı kurcalayan tek nokta ise, başkahraman Salman’ın yerinde olsam, o çağrıya ben gider miydim sorusudur. Belki yazar, öyküye girmenin bir yöntemi olarak bunu seçti fakat başka bir giriş seçebilir miydi diye düşünmeden de edemedim.