Çağı anlamak

MURAT MÜFETTİŞOĞLU / mmufettisoglu@gmail.com

Memleketimdeki büyükler anlatırdı; kasabanın içinden geçen çaydan kurbağa avlayıp aracılara satarlarmış, onlar da Fransa’ya gönderirlermiş. Kurbağaların bacaklarından yapılan yemekler Paris’in en lüks lokantalarının mönülerini süslermiş. Seneler sonra karşıma kısacık bir hikâye çıktı: Vakti zamanında Fransa Bangladeş’ten kurbağa istemiş. Bangladeşliler ülkece seferber olup kurbağa avına çıkmışlar ve bu tuhaf ticaretten epey para kazanmışlar. Gelgelelim azalan kurbağalardan ötürü ülkelerini sivrisinekler basmış. Fransa çözüm üretmekte gecikmemiş; Bangladeş’e sivrisinek ilacı satmaya başlamış. İlaç kullanıldıkça sivrisineklerin bağışıklığı artmış. Fransa boş durmamış; müşterisine daha etkili ilaçlar göndermiş. Velhasıl, kurbağa ithâlâtı için ödediği paranın kat be kat fazlasını ilaç satışlarından kazanmış.

İki ülke arasındaki bu “masum” ilişkinin ardından, kültürel, siyasal, ekonomik vesaire yaptırımların ve angajmanların geldiğini tahmin etmek güç değil. Malum ilişkiler ‘güçler dengesizliği’ üzerine kurulduğundan, tüm faydalı akışlar güçsüz taraftan güçlü tarafa doğru gerçekleşir. Hal böyleyken, zengin ülkelerin “lütuflarıyla” yemlenen az gelişmiş ülkelerin tavizler vermesi kaçınılmazdır; ortaya çıkan şeye de emperyalizm denir. Kavramın apaçıklığına rağmen, ‘anti-emperyalist’ olduklarını iddia eden kimilerinin gözden kaçırdıkları (ya da görmezden geldikleri) bir nokta var: Söz konusu yaptırımların ve angajmanların hiçbiri, ne birbirlerinden ne de kapitalizmden bağımsızdır. Meselenin bu tarafı “amentü” minvalinde ezber edilmezse, son günlerin meşhur deyimiyle, atların izleriyle itlerin izlerinin birbirine karışması olağan hale gelir.

Habis politik dokuları temizlerden ayırmak için, ‘kavrayışı ve kapsama alanı’ net ideolojik normlar gerekir. Bir önceki yazıdan anımsatmak gerekirse: İç içe geçmiş pek çok meselede olduğu gibi emperyalizm meselesinde de en kapsayıcı normlardan biri, Marx’ın, ‘egemen düşüncelerin, hâkim maddi ilişkilerin ideal ifadesinden başka şey olmadığı’ tespitidir. Althusser de, devletin temel ideolojik aygıtı olan okul/akademi üzerinden bu tespite yakın durur ve der ki: “Hâkim sömürü ilişkilerini yeniden üreten bütün mekanizmalar, doğal olarak eğitimi tarafsızmış gibi gösteren evrensel ölçekte egemen bir ideolojiyle kaplanır.”

‘Güçler dengesizliğinin’ ürettiği egemen düşünce, muhalif düşüncenin somut olgulara bakarak yaptığı emperyalizm çözümlemelerini deforme eder durur. Emperyalizm gerçeğini kapitalizmin dışına alarak, ihtiyaç hâlinde de başına ‘anti’ takısı ekleyerek kavram kargaşası yaratır. Fikret Başkaya’nın ‘Paradigmanın İflası’nda da vurguladığı gibi; “3.Enternasyonal’in Milli Mücadele’ye destek vermesiyle, onun anti-emperyalistliği arasında doğru yönde bir ilişki olduğu varsayılıyor. Oysa 3. Enternasyonal’in Milli Mücadele’yi desteklemesi, hareketin anti-emperyalistliğinden çok, Sovyetler Birliği’nin güvenliği ile ilgili bir sorundu. Bir hareketi destekleyenlerle o hareketi yönetenlerin amaçlarının çakışması diye bir zorunluluk yoktur.”

Milli Mücadele’nin azılı emperyalistlere karşı verildiği su götürmez; lakin bir mücadelenin kimliği, sonrasında yapılan siyasal tercihlere ve düşmanla benzer safa düşülüp düşülmediğine bakılarak belirlenir. İmparatorluktan ulus-devlete, meşruti idareden cumhuriyete geçiş kuşkusuz birer devrim niteliğindedir. Ancak, devamında burjuva devletlerin sathında kalmayı tercih etmek ve bu pozisyonu ‘anti-emperyalizm’ olarak tanımlamak çok mümkün değil.

Dini ve milliyetçiliği verimli kullanmasını iyi bilen egemen düşünce, gerektiğinde bu ikisini ‘anti-emperyalist’ tavırla harmanlamasını da iyi bilir. ‘Yerli ve milli’ hisleri her daim yüksek tutarak hem güçlü devletlere karşı elini güçlendirmiş hem de ulusal emeğin yerli sermayeye karşı birleşmesini önlemiş olur. “Amentü” minvalinde ezber edilmesi gereken ikinci nokta ise şudur: Siyasal din ve milliyetçilik birleştirmeye değil, eninde sonunda bölmeye programlanmış en etkili politik araçlardır. Yerli ve milli içerikli taktikleri doğrudan kullanamayan egemen düşünce, bunu mevcut ulus-devletleri yöneten iktidarlar üzerinden yapar. Amaç, küresel emeğin küresel sermayeye karşı birleşmesinin önüne geçmektir. Böylece kapitalist sistemin güvenlik çemberi ulus-devletlerin (piyasacı) ekonomi-politik tercihleriyle garantilenmiş olur.

‘Anti-emperyalist’ olduklarını ilan edip, emperyalizm gerçeğini kapitalist bağlamın dışında tutanların şu basit mantığı kavrayamamaları hayli “şaşırtıcıdır”: (Son tahlilde) düşmanlarınızın işine yarayan, siyasal din, milliyetçilik, ulusalcılık türü politik araçlar üzerinden mücadele ederseniz, eninde sonunda düşmanlarınıza benzersiniz. Memleketteki (bir kısım) siyasal dinci/milliyetçi/ulusalcının yaptığı gibi, bölgede ‘alt-emperyal’ güç olmayı hedefleyenler için sorun yoktur. Malumunuz, eski başbakan Davutoğlu’nun meşhur kitabı ‘Stratejik Derinlik’ alt-emperyal bir Türkiye özlemiyle kaleme alınmıştır. Sonuç olarak ‘alt-emperyalizm’ kavramı, ‘gelişmiş’ devletlerin küresel hâkimiyetlerine özenen ‘az buçuk gelişmiş’ devletlerin bölgesel arzularına ve pratiklerine karşılık gelmektedir. Küresel emperyalizmi tümevarım yöntemiyle kavramak isteyenler için bu ülkeler birer numune niteliğindedirler, ülkemiz dahil.

Bütün bunlar emperyalizmin ‘güçler dengesizliği’ boyutuyla ilgili tespitler; meselenin bir de ‘denk güçler’ boyutu var: Güçlü devletler arasındaki çıkar çatışmalarından doğan savaşlar ve yayılmacı politikalar kapitalizmin işleyiş ve gelişme dinamiğidir. Sermayenin belirli merkezlerde yoğunlaşması ise onun doğal eğilimlerindendir. Ancak, sermaye birikimine bağlı eşitsizliklerin toplumsal kalkışmaları tetiklediği de olur. Böyle durumlarda kolluk güçleri yetersiz kalırsa, devlet/hükümet/sermaye, ya orduyu yardıma çağırır ya da geri adım atarak sosyal politikalara yönelir. Görece “ehlileştirilen” ve “insafa getirilen” sistemin devamlılığı bu şekilde sağlanırken, klasik liberallerden sonra sosyal liberallerin de arzuları gerçekleşmiş olur. Gelgelelim, kapitalizm dâhilindeki her hamle gibi sosyal politikaların da maliyeti yüksektir; devlet kasasında ve ulusal sermayede yeni birikimler gerektirir. Merkezi planlamalar, koruma politikaları, tasarruf tedbirleri, verimli üretim ve sınırlı tüketim telkinleri bir yere kadar işe yarar. Tasarruf tedbirlerinin ve öz kaynakların yetmediği hallerde ise başka ülkelerin kaynaklarına göz dikmek “elzem” hale gelir. Haklarında hayranlıkla söz edilen, her sosyal liberalin bir gün yaşama hayalleri kurduğu (sistem içi) sosyal devletlerin öyküsü özetle böyledir.

‘Egemen düşüncenin’ bilimsel bilgi diye akademilerin kürsülerinden deklare ettirdiği ve ana akım medya üzerinden dolaşıma sokturduğu pek çok kavram da aynı mantık çerçevesinde düşünülmelidir; kalemşorluğunu ve taşıyıcılığını da sözde demokrat bir entelijansiya yapar. İşin ironik yanı; başları sıkıştığında haklarını savunmak gene gerçek devrimci-demokratlara düşer. Malumunuz Altan Kardeşler, yıllarca destekledikleri siyasal iktidar tarafından “OHAL” kapsamında gözaltına alındılar. İnsan haklarını, düşünce ve ifade özgürlüğünü hiçe sayan hukuksuzlukların sonuna kadar karşısındayız. Eskinin cemaati şimdinin terör örgütü ile siyasal iktidarın elele vererek yaptıkları hukuksuzluklara yıllarca tam destek veren Altan Kardeşler’e naçizane önerimiz, babalarının vakti zamanında kurduğu şu cümle hakkında düşünmeleridir: “Sosyalizm, alabildiğine geniş, alabildiğine derin, alabildiğine insanca bir çabanın hiç bitmeyecek bir meyvesidir. Yaşantının mutluluğunu böyle bir meyvenin lezzetinde duyanlar, çağlarını anlamış ve gerçekten yaşamış olanlardır.”