1960’larda Fransa merkezli olarak sosyal teoriyi Saussure kökenli dilbilim sarmaya başladı. Aynı eğilim Metz aracılığıyla sinema teorilerini de kapladı. Metz, sinema teorisinin, çözümlemesinin ve kuramsallaştırma denemelerinin ‘kocadığını’ ve bunun yerine artık teorinin felsefeyi bırakıp, bilim olması gerektiğini anlatıyordu. Bugün geçmişe dönüp baktığımızda, göstergebilimsel çözümlemenin sinema tarihinde ne eleştiriyi ne de kuramı dönüştüremediğini net olarak görüyoruz.

Tarihselcilik ve siyasal iktisat sinema eleştirisinden çıkartılamaz. Aynı şekilde kökleri sanat eserlerinde insan ruhunun keşfine dayanan ve Psikanalizle belirli şekillerde doruk noktasına çıkan ‘insan ruhu’nu çözümlemelerini de ‘bilim-dışı’ gibi algılayan bir eğilim vardı göstergebilimde. Ödipal söyleme karşı çıkıyor gibidirler. Bu anlamda tarihe geri dönüp baktığımızda, göstergebilimsel çözümlemenin, iddialarının afaki, başarısının sınırlı, felsefeyi reddinin anlamsızlığa götürdüğü, film çözümlemelerinin yetersiz, sinemasal kuramı bilimselleştirme çabasının başarısız olduğunu net söyleyebiliriz. Ayrıca kültür ve sanatın ön plana çıkmasının dönemsel ve solun yükselişiyle akran olduğunu görüyoruz. Dünya genelinde sağ hareketlerin yükselişiyle birlikte, sanatın topluma ulaşma çabasının yenilgiye uğradığını ve tam aksine festivallerin bir tür ‘moda defilesine’ benzediğini, sanatçıların büyük toplumsal eleştirmenler olmaktan çıkıp, birer yaratıcılıkta ‘Süperman’ gibi takdim edildiklerini görmekteyiz.

Festivaller açısından bakıldığında, ulusallığın ve tarihin reddi açısından yaklaşıldığında, ikisinin reddi kültürü ve özünde de ‘biz’i reddeder. Dünyaya açılıyorum başlığında yapılan çalışmalar ‘biz’i yok-sayarsa, ‘biz’i albenili yapmak için sentetik bir ‘biz’ üretirse, bu çalışmalar beynelmilel bir başarı getirmek yerine tam anlamıyla ‘podyum ve showroom’ ürününe dönüşür. Sanatın özü ise esas olanın bu olmadığını yeterince ispatlamıştır, tartışmak çok da anlamlı değil. Festivallerin bu tarihsel süreçte, geçen hafta değindiğim şekilde, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, sanatın merkezinin Paris’ten New York’a kaymasının bir sonucu olarak bir değişim geçirdiler. Geçmişte, ezilenler ve direnişin bir merkezi olmaya yönelmiş sanat, 1960’lardan başlayarak, gemisini kurtaran kaptan moduyla, sanatın bütün felsefi-manevi ve-ezilenden yana tavrını bir kenara bırakınca, Festivaller bu yeni dönemin ‘show-room’una ve bir anlamda da podyuma dönüştüler. Mesela şimdilerde artık dünya genelinde, festivallerin coğrafik anlamda merkez olma niteliği de yitiyor. Bütün bu süreçte kolektif ve ekip işi arka planda kalırken ön plana ‘kahraman modunda’ sanatçılar, onların deyimiyle ‘yaratıcılar’ çıkıyor. Türkiye’de bu değişim ve dönüşümün bugüne yansıması özellikle İstanbul’da İKSV ve Antalya’da ise AKP belediyesinin ve Kültür Bakanlığının etkisiyle tam anlamıyla ‘arpalık’ biçimine dönüştüler. Festivallerin esas olarak sanat ile sanatın direnişle ilişkisi anlamındaki köklü bağları reddedildi. Büyük ‘burjuva özentisi show-room’lara dönüştüler. Bunun günümüze yansıması büyük oranda trajikomik görüntülerdir. Antalya’da Belediye Başkanının Festivale ilişkin açıklamaları ne yazık ki olgusal olarak bile gerçekliğe ilişkin ‘reddiye ile dolu iddialar’ biçimine büründü.

Türkiye’de bugün açısından bakıldığında, kuramsal düzlemde, sinema dünyamızda tarihsel araştırmalar ve eleştirinin dayandığı felsefe ve insan kavrayışı ve meslek birliklerinin toplumla kurdukları ilişkiler açısından bakıldığında, Türkiye bir regresyon içinde.

Türkiye de ne yazık kuram ve tarihselleştirme konusunda, Batı’nın, özellikle Amerika’nın takipçisi olmayı net olarak bırakmalı. Kültürel olarak kimlik ve bizim insanımız merkeze gelmedikçe, madalyonlar ile bir çıkış yapamayız. Dijital dönemde Türkiye’de büyük oranda ‘dünya arşivinden yararlanıp’, ‘esaslı kolajlar’ haline gelen filmlerimizle, ne çağın ne de Türkiye’nin ruhunu yakalayabiliriz!

Süperman ile Dünya merkezi olma sevdası, bir açıdan ulus ve milli tarih ile bağların yok sayılmasına doğru götürüyor bizi. Kuramın ‘ithalatçı’ niteliği, festivali taklit olarak Batı’nınkinden daha iyi yaparım sevdası, tarihimizin ve ‘biz’in reddi gerekçeleriyle yapılmamalı. Türkiye’de büyük bir üretim ve meşruiyet krizi yaşayan sinemamız, dünyanın merkezi olma hayaliyle büyük oynamak sevdası gibi hepimize söylenen tuhaf iddialarla gerekçelendirilmemeli. Yarım yüzyılı aşan bir etkinlik Belediye Başkanının açıklamalarıyla yapı reddine gitmemeli.

Tarihsel olarak bakıldığında, Türkiye’de bugün sinemamız krizde, halkın sinemaya ilgisi ciddi olarak geriliyor, festivaller meşruiyet kaybı içindeyken, Dünyayı fethedeceğim iddiası nasıl temellendiriliyor?