Çağlan’cım öldü ve ben cenazesine bile gidemiyorum!

Metin Solmaz

Bizim kuşak, boşanmayan, bol çocuk yapan, çocuğunu çok seven ama 'pek' sarılamayan tutucu bir kuşağın evlatları. Çocukluğunu, ilk gençliğini Kenan Evren’in sinemasız, albümsüz, konsersiz, romansız çölünde geçiren, bahtsız bir kuşak… Bizim kuşağın aileden, toplumdan özerkleşmesi, alt kültür haline gelmesi çok olamadı yahut sancılı oldu.

Bunun yırtılması memleketin en elzem, en devrimci hareketlerinden birisiydi. 1990’lar çırpınış yıllarıydı. Patlak yıllardı 1990’lar. Bir yandan kan gövdeyi götürüyor; bir yandan da pop, rock, heavy metal, sinema, konserler birçok şey, bilumum yaratıcılık patlıyordu. Patlak yılların en devrimci isimlerinden birisiydi Çağlan. Niyeti devrimcilik olduğundan değil. Herif kendiliğinden öyleydi.

Memleketin ilk fanzini 'Laneth'i çıkarıyordu. Şaşkın gençliğimiz altkültür olmaya çalışırken Laneth ve Çağlan, Türkiye gençlik hayatını derinden etkilemekle meşguldü. Laneth fotokopiyle çıkıyordu. İlk sayısı 35 kopya olarak arkadaşlarının babasının ofisinde 'bedavaya' getirilmişti. Çıkar çıkmaz fenomen olmuş, fotokopiciler simsiyah diye çoğaltmamaya başladığında, kaçınılmaz olarak azıcık yerüstüne çıkmış, dördüncü sayıda matbaa görmüştü.

Kaç basarsa son kopyasına kadar satılıyor, okuru dergisiyle aşk yaşıyordu. Hurufatı son harfine kadar tüketiliyordu. Ben bile metalden hazzetmez halimle alıyor, okuyordum. Boyalı dergiler zırva basar, entelektüel dergiler sıkıcılıkta yarışırken fotokopiyle çoğaltılan 'çoluk çocuk işi' Laneth hepsine dergicilik öğretiyordu. Daha önemli, daha punk bir şey daha yapıyordu.

Çağlan, sureti heavy metalci, kendi külliyen punk bir kardeşimizdi. Hayatı cesaretlendirmek üzerine kuruluydu. Sex Pistols Londra’da kurulduğu hafta 700 tane punk grubu kurulmuş. Laneth’in peşinden de yüzlerce fanzin yayımlandı: “Biz yaptık siz de yapabilirsiniz.”

Çağlan’ın hayatı hep bu şekil öğrenmekle, öğretmekle ve yüreklendirmekle geçti. Çağlan’ın geniş, hakikaten çok geniş çevresinde olup da ondan bir şeyler öğrenmemiş, onun sayesinde bir şeylere yüreklenmemiş pek kimse yaşamıyordur. Kemiklerine sinmiş mütevazılığı çaktırmazdı ama bildiğiniz celebrity’ydi. Hep ilgi odağıydı. Önüne sürekli yollar açıldı. O kadar kendiliğinden yaşıyordu ki, belki farkında olmadan hep o büyük yolların kenarlarından küçük yollardan dolandı. Hep sevdiği müziğin peşinden gitti. CD aldı, plak-dergi biriktirdi, konser peşinde koştu, konser organize etti, iyilik yapmakla meşgul oldu.

Albert Camus çekiciliği, “Anlaşılır herhangi bir soru sormadan ‘evet’ cevabını almak” diye tarif eder. Çağlan bu anlamda çok çekici birisiydi. Talepkâr değildi. Ama bir şey istedi mi tam anlamadan “Evet” derdi insan. Keza o da misliyle karşılık verirdi. Hem çekici biriydi hem de insana kendini çekici hissettirirdi.

Çağlan Suat Tekil’i, hayatımın ikinci önemli Suat’ını kaybettim. İlki, yıllarımı gece gündüz beraber geçirdiğim kedimdi. Eve ölmek üzere olan bir yavru kedi alınca sinirlenip bir iki uyarmış, sonra gitmişti. Uzun zaman kendime gelememiştim. Çağlan uyarmadı ama aniden de gitmedi. Şubat ortasından beri komadaydı. “Komadan başkası kalksa dünyanın bu kadar kısa zamanda ne hale geldiğini görüp tekrar komaya girerdi. Çağlan kalkacak online metal konserleri partiler düzenleyecek ikinci gün” diye düşünüyordum ki kısa haber geldi: Çağlan gitti.

Çağlancığım öldü ve ben cenazesine bile gidemiyorum!

Yıktın gittin Çağlancığım. İyi ki yaşadın. İyi ki arkadaş olduk. Senden çok şey öğrendim. Seni tanıdığım ilk saniyeden itibaren çok sevdim. Fırsat buldukça sağa sola yazdığın gibi: Death is certain, life is not…